ANI VE ANININ ÖZELLİKLERİ

ANI VE ANININ ÖZELLİKLERİ
ANI: Yaşanmış olayları anlatan yazı türü, hatıra.
ANININ ÖZELLİKLERİ:
1- Gerçek deneyimleri anlatır.
2- Herhangi bir düşünceyi kanıtlama amacı yoktur; bilgilendirme amacı vardır.
3- Söyleşi havasındadır, dili yalındır.
4- Genellikle öyküleyici anlatım biçimiyle yazılır.
5- Konusunu bir yerden alır.
 
İLK AYRILIŞ
– Ezgi kızım, yağmurluk koydun mu bavuluna? Biliyorsun çok yağmur yağıyormuş oralarda.
– Evet annecim, biliyorum, koydum.

– Ezgicim, acil durumlar için ilaçlarını hazırladın mı? Neyi nasıl kullanacağını iyi biliyorsun değil mi kızım ?
– Evet baba, biliyorum, sağol.

– Ezgi, canım bak, bu kutuya vitaminleri koydum. Hergün almayı ihmal etme olur mu?
– Sen merak etme anneannecim, alırım.

– Abla?
– Efendim tatlım.
– Peki Tavşi ne olacak? (Tavşi, kardeşimle, oyuncak tavşanımıza koyduğumuz bir isimdi. Benim için çok özeldi sessiz dostum. Çoğu kez umutsuzluğumda onu bulurdum karşımda. Onu çok özleyecektim.)
– Öykücüm, Tavşi’yi bir aylığına sana emanet ediyorum. Beni özlediğinde ona sarılırsın, canım.
Gideceğime en çok üzülen kardeşimdi aslında. Son zamanlarda huzursuzluğu iyice artmış, olur olmadık şeylerde beni azarlar olmuştu. Kolay değildi tabii onun için. Gözlerini ilk açtığı andan itibaren ben vardım yanında. Bu onunla ilk uzun ayrılışımızdı.
Aslında bana ne kadar belli etmeseler de herkesin içinde bir burukluk, bir hüzün vardı. Odam bile üzülüyordu sanki gideceğime. Gözünde hiçbir zaman büyüyemeyeceğim babam, elinde büyüdüğüm anneannem ve bana kendime güvenmeyi öğretmiş olan annem, şimdi kendilerini sorguluyorlardı. Acaba “küçük” kızlarını göndermekle hata mı ediyorlardı, yoksa bunun benim için harika bir deneyim olacağına ve bir ayın çabuk geçeceğine inanmışlar mıydı? Bildiğim tek birşey vardı. Bu yurtdışı kampıyla, ailemin bana olan güvenini sağlamlaştıracak ve bana sağladıkları bu imkanı en iyi şekilde değerlendirecektim. “ Sana güveniyoruz ve bunu da başaracağını biliyoruz” demişti bir keresinde babam.Onun bu sözleri beni çok mutlu etmiş ve kendime güvenim gelmişti iyice.
Benim duygularım aileminkilerden de karışıktı. Evden ilk ayrılışım olması işleri zorlaştırsa da, farklı bir ortamda bulunma, farklı bir kültürü tanıma fikri beni heyecanlandırıyor, ailemden uzak olmanın vereceği özgürlük de çok hoşuma gidiyordu. Ne de olsa, erken yatıp uykumu almam gerektiğini hatırlatacak babam, ya da soğuk havalarda giydiğim kıyafetleri eleştirecek annem olmayacaktı. Benim sorumluluğum tamamen bana aitti bu ay.
Gidişimden bir önceki akşam, İngiltere’ye birlikte gideceğimiz, çok yakın arkadaşlarım olan Gizem ile Zeynep’i aradım. Onlar da çok heyecanlıydılar. Birlikte, götüreceklerimizi tekrar kontrol edip, ertesi gün saat üçte havaalanında buluşmak üzere telefonu kapattık. İkinci dönemin başından beri gideceğimi bilmeme rağmen, bu son telefon konuşması, bunun bir hikaye olmadığını ve gerçekten gitmek üzere olduğumuzu hatırlattı aslında. Genellikle buluşma yeri seçerken, saat 12’ de Karum’un önünde, ya da üçte Bilkent’te gibi sözlerden sonra “saat üçte havaalanında” demek, bir hayli ilginç gelmişti.
Büyük gün geldi de çattı sonunda. Uyandıktan hemen sonra, son hazırlıklarımı tamamlayıp, bavulumu kapattım. Sevgili anneannemin baskıları üzerine birkaç lokma bir şeyler yeyip evden ayrıldık. Yolda, genellikle sürekli konuşan ve şaklabanlıklarıyla hepimizi güldüren kardeşim çok sessizdi. Bu sessizlik hiç hoşuma gitmiyor ve ben de her zaman olduğu gibi durmadan konuşuyordum. En sonunda havaalanına vardık. Arkadaşlarımı ve grup liderimi görmek neşemin yerine gelmesini sağlamıştı. Annemler, diğer veliler ile muhabbete dalmışken, ben de arkadaşlarımla konuşuyordum. En sonunda bavullar uçağa verildi, biniş işlemleri tamamlandı, uçuş kartları alındı ve grup liderimiz, gitme zamanının geldiğini söyledi. Ben yine neşeli olmaya çalışarak annemlerle vedalaşıp, gümrükten geçmek üzere ayrıldım. En son arkama bakıp el sallarken, annemin gözlerinin yaşlı olduğunu gördüm. O sahneyi, şimdi bile unutamam. Çok fazla etkilenmeme karşın, daha fazla kötü hissetmemek için önüme döndüm.
İşte, 9 Temmuz 2000 Pazar günü, Ankaranın 40 dereceyi geçen sıcağında ayrıldık Türkiye’den. Farklı bir dünyayı keşfe doğru…
BiR BAKIŞTA LONDRA
Türkiye ile bazı benzerlikleri bulunmasına rağmen, farklı bir dünya gibi gelmişti Londra bana. Saatleri iki saat geri almakla birlikte, Avrupa’nın en gözde şehrine adım attığınızda, kendi büyülü dünyasına çekiyordu sizi. Bunu uçaktan bile farkedebilmek mümkündü, gecenin karanlığında ışıl ışıldı Londra…
İlk günlerde sanki bize “Hoşgeldiniz” diyerek kendini göstermiş olan güneş, ikinci haftamızda bizi İngiltere’nin alışılagelmiş yağmurlarıyla yalnız bıraktı. Bu hava değişimi, temmuzun ortasında sıkı sıkı giyinmemize, ilk girdiğimiz mağazalardan kazak almamıza, neredeyse saniyede bir hapşırarak, hergün aspirin yutmamıza neden olmuştu. Buna rağmen, Londra’ya varışımızın ertesi gününden, son günümüze kadar durmadan gezmiştik. İlk hafta, yolda yürümek bile bizim için bir maceraya dönüşmüştü adeta. Yollardaki uyarıları çoğu kez görmeyen bizler, alışmadığımız trafik düzeni yüzünden kaç kere ezilmenin eşiğinden dönmüş, İngiliz sürücülere zor anlar yaşatmıştık. Neyse ki, bu duruma çabuk alışmıştık. Üç buçuk hafta boyunca en önemli ulaşım aracımız olmuş olan “undergound”umuz, yani metro, bizim en eğlenceli oyuncağımız olmuştu. Kaybolmaya mahkum olduğunuz bu metroda, birçok İngiliz ile sohbet etmiş, Türkiye’yi anlatmıştık uzun yollar boyunca. Kimi zaman yorgunluktan uyuklamış, kimi zaman da bırakılan gazeteleri okumuştuk. Ne var ki, gazeteler çok sıkıcı gelmişti Türkiye’nin hergün değişen haberlerinden sonra..
Uzun yollar katederek gittiğimiz her yer çok güzeldi ve her gezimiz de çok eğlenceliydi. Tarihi yansıtan eski binalar insanı büyülüyor ve oyuncak arabalara benzeyen şirin kırmızı otobüsler ve kırmızı telefon kulübeleri Londra sokaklarını renklendiriyordu. Ülkemizde duymaya alıştığımız ezan seslerinden sonra, “Trafalgar Square” gibi ünlü meydanlarda duyduğumuz çan sesleri, tanımlayamadığım bir mutluluk veriyordu insana. İndirim diye bağıran mağazaların ise Türkiye’den pek bir farkı yoktu. Hatta, mağazalarının zevksiz olduklarını söylemek yanlış olmazdı. İngiltere’nin en büyük mağazaları olan “Harrods” ve “Miss. Selfridge” turistlerin ve tabii bizim de ilgi odağımız olmuştu. Şort ve uygunsuz kıyafet giymiş olan insanlar mağazaya alınmıyor ve birçok insan sırf Harrods’tan bir şeyler almış olmak için gereksiz şeylere tonlarca para harcıyordu. Bizler de, Harrods dışındaki birçok mağazanın indiriminden yararlanmış, dönüşte bavulumuzu zor kapatmıştık. Alışveriş merakımızın Türkler’in kanında olduğunu söylemişti annem bir keresinde…
Bu bir aylık kamp süresince, “Madame Tussaud”, “National Art Gallery” ve “Natural History Museum” gibi birçok müzeye gitmiş, ilginç şeyler görmüştük. Madam Tussaud müzesindeki mumyalar ile fotoğraf çektirmiş, ünlü ressamların resimlerini incelemiş ve bilim tarihini öğrenmiştik. Ünlü Victoria Tiyatrosunda müzikal izlemeye gitmiş, yarısında yorgunluktan uyumuş olmama rağmen çok eğlenmiştim. Ayrıca, Londra’nın tek ve muhteşem lunaparkı “Chessington”da başımız dönünceye kadar aletlere bindiğimiz hiç unutamam.
Bu gezdiğimiz yerlerin bana göre en güzeli, “Coventgarden” adlı çok ünlü bir meydandı. Bu meydanın özelliği, geçimlerini sağlayabilmek için, birçok insanın hiç hareket etmeden, heykel gibi saatlerce durmaları; bir kısmının ufak skeçlerle insanları güldürmeleri ve bir kısmının da uzak doğunun mistik müziklerini çalmasıydı. Bizler de, bu insanları seyrederken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor ve durmadan fotoğraf çekiyorduk. Ayrıca, Coventgarden’ın bir başka özelliği ise yakınında sabun fabrikasının bulunmasıydı. Fabrikadan içeri girdiğinizde, adeta nefes almak zorlaşıyor ve biribirinden farklı kokular insanın başını döndürüyordu. Hayatımda, hiç bu kadar ilginç bir yer görmemiştim!
Bu üç buçuk hafta süresince elimizden geldiğince gezmiş ve çok farklı yerler görmüştük. Gezip gördüğümüz bu yerler belki Londra’nın yarısını bile oluşturmuyordu ama, Türkiye’ye dopdolu, öğrendiklerimizi, gezdiğimiz gördüğümüz yerleri, edindiğimiz deneyimleri; ailemize, arkadaşlarımıza anlatma heyecanıyla dönmüştük. Bir dahaki sefere, keşfedemediğimiz yerleri keşfedebilme ümidiyle…
AVRUPA’DA TÜRK OLMAK
O gün hayatımda ilk kez çok farklı bir duyguyu tatmıştım. Hepimiz, gün boyu koşuşturmanın sonunda yorgunduk belki ama; içimiz kıpır kıpır, sevinç doluydu, umut doluydu. Türk gecesi için, büyük bir hevesle astığımız Türk bayraklarını yeniden görmek, içimi ürpertmişti. Kimimiz, hiç kimsenin tadına doyamadığı Antep fıstıkları ve rengarenk lokumları kampüsteki diğer ülkelerden gelen arkadaşlarımıza ve hocalarımıza ikram ediyor; kimimizse belki de bizi çoğu kez koruduğuna inandırılmış olduğumuz ve o akşam verilmeyi bekleyen nazar boncuklarıyla dolu masayı gözetliyor ve insanlara, nazar boncuğunun bizim için olan önemini anlatıyordu. Bunlardan en güzeli ise, sanki yeni birşey keşfetmiş çocuklar gibi, yabancı dostlarımızın Türkiye hakkındaki sorularını dinlemek, verdiğimiz cevaplara şaşkın bakışlarını seyretmekti. Onları, İstanbul’un, Antalya’nın broşürleriyle yalnız bıraktığımızda, konuşmalarındaki hayranlık, bize ilk defa gururu yaşatmıştı belkide, Türk olmanın gururunu…
Türk Gecesi’nin en iyi şekilde geçmesi için uğraşmış ve hiç kimsenin unutamayacağı bir gün geçirmiştik. Her gün birçok eleştiriye maruz kalan, önyargıyla yaklaşılan Türkiyemizi anlatmıştık Avrupalılar’a… Belki bizler de onlar gibi önyargıyla yaklaşmıştık Türkiye hakkında; ama o gece, bizimle birlikte bulunan 60 kişi gibi bizim de düşüncelerimiz değişmiş, değerini anlamıştık ülkemizin, yaşadığımız yerlerin… Çoğu insanın bahsettiği ancak anlayamadığımız vatan özlemini tatmıştık ilk kez…
Pek farkında olmasak da, dilimizden düşmemişti Türkiye hiçbir gün. Hele de İngilizler’in bizim ağız tadımıza uymayan yemeklerinden sonra, daha bir değerlenmişti gözümüzde anneannemizin yemekleri, mantılar, Türk kebabı. Güneşi özlemiştik, hergün yağan yağmurdan sonra. Nefret dolu bakışlarımızla cevap vermiştik; Türkiye aleyhine pankart açanlara…
Avrupa’daki Türklerdik, Avrupa’da ve Avrupa’lı Türkler…
 
 
 
ÇAĞDAŞLIĞIN SİMGESİ
Yabancı bir ülkeye gitmenin en keyifli yanı o ülkenin kültürünü ve insanlarını keşfetmek, ortamlarına alışmaya çalışmak ve yeni tadlar tatmaktır. İngiltere, Avrupa’nın en ters ülkesi olarak bilinmesine rağmen, turistlere karşı çok sıcak bir yerdi. Sağdan giden trafiği, kırmızı otobüsleri ve kırmızı telefon kulübeleri, tarihi eserleri, müzeleri, kara bulutları seven iklimi, ilginç yemek tarzları ve kimi zaman gerektiğinden de fazla kibar olan, bebek mavisi gözlü insanları; İngiltere’yi kendine özgü ve eşsiz kılıyordu. Kurallarının ve yasalarının katı olmasına rağmen; insan, eksiksiz yürüyen bu düzen karşısında büyüleniyor ve en önemlisi insanların biribirlerine karşı olan saygısı, çağdaşlığın en güzel örneğini oluşturuyordu.
İngiltere, bana heyecan, şaşkınlık, mutluluk ve gurur gibi birçok farklı duyguyu yaşatmış ve çok değişik olan kurallarıyla yaşamayı ve kendi başıma ayakta durmayı öğretmişti. Londra’daki havaalanına iner inmez, grup liderimiz Deniz Abla, hemen kuralları anlatmaya başlamış ve bağırarak konuşmamamızı; gümrük memuruna karşı ciddi davranarak, soracağı soruları uygun bir şekilde cevaplamamızı öğütlemişti. Gümrük memuru öylesine ciddiydi ki, kendimi tarih sözlüsünde gibi hissetmiştim. Sabah kalktığımızda ise, kampüsün iki müdürü bizleri sınıflarımızda karşılamış ve kendilerini tanıttıktan sonra, gene birtakım kuralları daha karşımıza çıkarmışlardı. İlginç olan ise, kurallarının, Ankara’daki okulumuz TED’dekilerden çok farklı olmasıydı. “Baklavalı çorap giyme, küpe-kolye-bilezik takma, lacivert dışında kazak giyme” gibi sözlerin yerine; “Kampüs içinde uyuşturucu kullanmanız yasak, on altı yaşından küçükseniz sigara içmeniz yasak, kampüsten şehre izinsiz inmeyin, on sekiz yaş altıysanız içki satın almaya çalışmayın; çünkü cezası büyük!” gibi uyarıları işitmek bizi oldukça şaşırtmıştı. Bu kuralların yanında, kampüs içindeki alışkanlıklar da çok farklıydı. Yurtlarda kızlar ve erkekler aynı tuvaleti ve aynı duşları kullanıyorlardı. Bu duruma üç hafta içinde çok zor alışmıştık; çünkü sabah kalkıp pijamalarla tuvalete gittiğimizde, birkaç yabancı oğlanın yüzlerini yıkıyor olduğunu görmek, bizlere birazcık ters düşüyordu. Dünyanın farklı yerlerinden gelmiş birçok insanla, aynı çatı altında ve hep birlikteydik. Bu bizim için çok güzel bir deneyimdi ve farklı kültürlerden, farklı ırklardan, farklı ülkelerden gelsek de her birimiz, bütün öğrenciler aynıydık aslında. Bu bir ay süresince edindiğimiz arkadaşlıklar, bize değişik kültürleri tattırmış ve değişik ortamları tanıma fırsatı vermişti. Kampüste geçirdiğimiz en keyifli anlar ise, kahvaltı ve akşam yemeği ile akşam saat dokuzda yapılan aktivitelerdi. Kampüsteki bütün öğrenciler, akşamleyin saat yedide yemekhanede toplanıyor ve çok güzel bir sohbet ortamı oluşturuyorduk. Tek sorunumuz, yemeklerin neredeyse her gün aynı olmasıydı. Değişmeyen bu menüde, tavuk ve patatesin değişik sergileniş biçimleriyle karşılaşıyorduk, ama yine de hiç aç kalmamıştık ve Türkiye’de beğenmeyerek, seçtiğimiz yemekleri güzelce yemiştik. Bu durum, Türkiye’ye dönünce yaklaşık bir ay tavuk ve patates yemememe neden oldu. Ayrıca anneannem bana her, “Reçel ye Ezgicim, çok yararlı” dediğinde, ona sert bir direnişle karşı çıkar ve “Asla anneanne!” derdim; ancak İngiltere’de bir ay boyunca her sabah reçelli ekmek yemiştim, aç kalmamak için. Türkiye’ye dönünce bu duruma en çok gülen anneanem olmuştu ve ben de kendime çok güzel bir ders çıkarmıştım: Asla, asla deme…
İngiltere’nin bir başka özelliği de, dükkanlarının beşte kapanıyor olmasıydı. Türkiye’nin gece 10’a kadar açık olan ve ışıklarıyla tüm caddeyi aydınlatan dükkanlarından, alışveriş merkezlerinden sonra; erken kapanan dükkanlar, çoğu zaman bizi zor durumda bırakmış; büyük bir hevesle girdiğimiz alışveriş merkezlerinden gerisin geri dışarı çıkmak zorunda kalmıştık. “Soğuk insanlar” olarak anılan İngilizler’in ise birçoğunu çok sıcak bulmuştum. Dükkan sahibinden tutun, metrodaki gişe görevlisine, sokakta adres sorduğumuz insanlara kadar herkes çok nazik, yardımsever ve güleryüzlüydü. Derslere giren İngiliz hocalarımız, bize İngilizler’i ve İngiltere’nin niçin bu kadar ters olduğunu açıklayan birçok ilginç hikayeler anlatmışlardı. İngiltere’nin bu terslikleri çoğu zaman hoşuma gitmişti; ama beni en çok üzen güneşi görememekti. Türkiye’de her gün görmeye alışık olduğumuz güneşin aksine, sürekli kara bulutları görmek; itiraf etmeliyim ki insanı çok mutsuz edebiliyordu.
İngiltere’de Türkiye dilimden düşmemişti; Türkiye’de de İngiltere. Döndüğümüz günden itibaren, durmadan orada yaptıklarımızı, edindiğimiz arkadaşlıkları, şehrin güzelliğini ve özelliklerini anlatmıştım aileme, arkadaşlarıma. Güzel bir ülke, medeni insanlar, farklı bir kültürdeki bu ilk yalnız deneyim hayatım boyunca unutamayacağım bir anıyı oluşturuyordu…
 
 
ÇOCUKLUĞUMA DÖNERKEN
15 yaşıma gelmiş olsam da kardeşimle oturup çizgi film seyretmeyi ve kahkalarla gülmeyi hiçbir şeye değişmem. Odam bile çizgi film karakterlerinin eşyalarıyla doludur ve her biri de benim için çok değerlidir. Annem çoğu kez, benim hiç bir zaman büyüyemeyeceğimi ve çocuk olarak kalacağımı söyler. Aslında çocuk olmayı, çocuk kalmayı tercih ederdim; yaptığım yanlışların kolay affedilmesini, sadece güzelliklerin ve masumiyetin yer aldığı, oyuncaklarımla dolu bir dünya içinde olmayı. Gerçi insan çocukken de o dönemin değerini bilemiyor, sürekli bir büyüme telaşı ve arzusu içinde oluyor, ama çocuk olmak sadece o yaşta, o çağda olunabilecek bir şey değildir. İnsan istediği zaman çocuktur ve herkesin içinde gizlediği bir çocuk vardır mutlaka…
Paris’e varışımızın ertesi günü, sabahleyin erkenden otobüsümüze binmiş, Eurodisney’in yolunu tutmuştuk. Yolda içim kıpır kıpırdı ve yerimde duramıyordum. Walt Disney kahramanlarının, büyük şatosunu görünce nefesim kesilmişti. O kadar büyülü ve görkemli duruyordu ki hayran olmamak elde değildi. Bir an önce biletlerimizi ve bu büyük hayal şehrinde kaybolmamak için haritalarımızı aldık. Grup liderimiz Deniz Abla’nın talimatlarından ve buluşma yerinin kararlaştırılmasından sonra gruplara ayrılıp dolaşmaya başladık. İlk durağımız, heyecanla binmeyi beklediğimiz “Rollercoaster” (hızlı ve kimi zaman da baş aşağı giden tren) oldu. Yarım saat bekledikten sonra trene binebildik ve macera dolu, kimi zaman da korkutucu dakikaların arkasından tekrar yere basmanın mutluluğunu yaşadık. Halimiz çok komikti; çünkü herkesin başı dönüyor ve sarhoşlar gibi yalpalayarak yürüyorduk. Bunun gibi birkaç korkutucu ve adrenalini arttıran aletlere bindikten sonra, mola verip bir şeyler atıştırmaya karar verdik. Girdiğimiz pizza restoranında, tabaklar, çatallar, peçeteler ve kamışlar Mickey Mouse’un kulakları şeklindeydi ve çok hoşuma gitmişti. Yemekten sonra daha sakin bir şeyler yapmaya karar verdik ve “Pamuk Prenses ve 7 Cüceler”’deki cücelerin evini, “Peter Pan”’ın evini ve büyük şatonun içini gezdik. O kadar güzel tasarlanmış ve yapılmış yerlerdi ki, insan kendini masalın içinde hissediyordu. Yanımızdan geçen insanların “Eurodisney” yazan torbalarını görünce alışveriş yapmadığımız aklımıza geldi ve heyecanla dükkanların bulunduğu sokağa doğru koştuk. Bir yandan kendimiz için alışveriş yapıyor, bir yandan da Türkiye’deki yakınlarımıza ufak tefek hediyeler bakıyorduk. Biz alışveriş telaşına dalmışken hava kararmaya başlamıştı ve böylece birkaç yeri daha dolaşıp, vakit kaybetmeden buluşma yerine doğru yola çıktık. Buluşma yerine geldiğimizde herkesin hararetle birbirine gününü anlattığını ve aldıkları eşyaları gösterdiklerini gördüm. Herkes çok mutlu gözüküyordu. Aslında asıl eğlence şimdi başlıyordu. “Buffalo Bill” gösterisi ve aynı zamanda akşam yemeği için biletlerimiz alınmıştı. Biz de yerlerimizi almak için içeri girdik ve kapıda kovboy şapkalarımız dağıtıldı. Salonda farklı yerlerde, herkesin başında kovboy şapkaları olduğunu gördüm ve herkesin şapkası farklı renkteydi. Bunun bir yarışma için olduğunu sonradan anladık. Gösteriyle birlikte yemek servisi de başlamıştı. Gösterinin konusu “Vahşi Batı”ydı ve inanılmaz şovlar yaptılar. Yemekler ise hayatımda tattığım en güzel ve en lezzetli yemeklerdi. Gösteri bittiğinde hala etkisinden kurtulamamış; başımızda şapkalar, bağıra bağıra Türkçe şarkılar söyleyerek otoparka doğru yürümeye başlamıştık. Çevremizdeki insanlar bizi şaşkınlıkla seyrediyor ve her şarkıyı bitirdiğimizde bizleri alkışlıyorlardı. Şarkı söylemeye otobüste de yol boyu devam ettik. Türkiye’de yabancı müzik dışında müzik dinlemememize rağmen, bir saat boyunca durmadan en güzel Türkçe şarkıları, güzel seslerimizle (!) söylemiştik. Sıla özlemi baş göstermeye başlamış ve çok güzel geçirdiğimiz bu günün üstüne gözlerimizden yaşlar akmaya başladı. Otele geldiğimizde, çok uzun süre uyuyamadık ve birbirimiz telefonlarını, adreslerini alıp, geçirdiğimiz güzel günlerin anısını tazeledik.
Bir ayın güzel macerası sona ermiş, kendimi rüyadan uyanmış gibi hissediyordum. Ertesi gün Esenboğa Havaalanında alkışlarla karşılandık. Başımızda yine kovboy şapkalarımız, sırtımızda da bir ay hiç çıkarmadığımız sırt çantalarımız vardı. Hayatımda hiç bu kadar farklı bir duyguyu tattığımı hatırlamıyorum. Babam, annem, kardeşim bana doğru koştular ve uzun uzun sarıldık, beni görünce hepsinin gözleri parlamıştı. O an kendimi dünyadaki en mutlu insan olarak hissettim.
RÜYALARIMIN ŞEHRİNDE
Avrupa’nın ve dünyanın gözbebeği, modacıların cenneti, aşıkların başkenti, Rönesans devriminin öncesi ve rüyalarımın şehri Paris. Tarihi devrimin, güzelliklerin ve aşkın kenarlarını oluşturduğu bir üçgen; pembe bulutların üzerinde uçan bir şehir; insanın içini kıpır kıpır yapan bir duygu Paris. Bir şehir ki, ince işlenmiş bir tarihi eser edasıyla, güneş gibi ışıl ışıl ve güneş gibi gülümseyen…
Paris’e gideceğimiz için çok mutluydum. Üç gün kalacak olsak da, oraya gidecek olmamız, küçüklüğümden beri hayallerimin ve rüyalarımın bir parçası olan bu şehri yakından görme fikri beni heyecanlandırıyordu. Grup liderimiz Deniz Abla, erken yatmamızı, çünkü, sabah 04.30’da kalkıp 05.30’da hareket edeceğimizi söylemişti. Güneş doğmadan yola çıkmak her zaman hoşuma gitmiştir ve doğal olarak yerimde duramıyordum. Erken yatmak bir yana, heyecandan uyuyamayacaktım da.
Ertesi gün en erken uyanan ben oldum. Saatim çalar çalmaz yataktan fırladım ve oda arkadaşım Gizem’i uyandırmaya çalıştım. Bu herkes için ilginç bir manzaraydı; çünkü normal günlerde saati duymayan ben Gizem’i çoğu kez canından bezdirmiştim. Gizem’i bırakıp koridorda deli gibi koşmaya ve kapılara vurmaya başladım. “Uyanın millet, Paris beklemez!”. Herkes kahkahalar atarak kapısını açtı ve hazırlanmaya başladık. Hareket vakti geldiğinde içimizdeki heyecan yerini burukluğa bıraktı. Tüm güzellikleri ve sıcak ortamıyla bir ay geçirmiş, birçok ilki bu kampüste yaşamıştık. Gizemle odamıza son kez bakıp, kapıyı kitleyerek dışarı çıktık. Bütün hocalarımız bizi uğurlamaya gelmişti. Hepsiyle teker teker vedalaştık ve bizi Fransa’ya götürecek otobüse bindik. Camdan el sallama merasiminden hep nefret etmişimdir. Yine gözlerim buğulandı; ama bu sefer göz yaşlarıma yenik düşmedim. Yola çıktığımızda, son kez baktım Londra’nın yeşil sokaklarına. İçimden dua ettim, bu güzellikleri bir daha görebilme umuduyla.
Daha sonra, Eurostar’a binmek için tren istasyonuna geldik. Burada otobüsle trene biniliyor ve birkaç saat sonra “Francé” yazısıyla karşılaşıyorsunuz. Yemek yemek için mola verdiğimizde, dil problemiyle karşı karşıya kaldık. Garsonun İngilizce bilmemesi hepimizi hayretlere düşürmüştü; ama daha sonradan, Fransa’da çoğu insanın İngilizce bilmediğini öğrenecektik, şaşırarak. Tekrar otobüse doluşup Paris’in yolunu tuttuk. Şehre girdiğimiz ilk andan itibaren, otobüste varlığını daha önce görmediğim rehberimiz, mikrofonu eline alıp sırayla her geçtiğimiz yerin özelliklerini anlatmaya başladı. Zafer Tagı, Eifel Kulesi, Seine Nehri, Lady Diana’nın öldüğü tünel, en eski opera binası, milenyum çarkı ve ressamlar tepesinin yakınından geçerek, bir sürü fotoğraf çektik. Daha sonra otele vardığımızda Deniz Abla, “Gençler iki buçuk saat dinlenme molası veriyoruz, daha sonradan bu güzel şehri keşfe çıkacağız!” diyerek meşhur duyurularından birini yaptı.
Saat dörtte hepimiz, otelin kapısı önünde toplanmıştık. Yemek için dünyaca ünlü “Hard Rock Café Paris” seçilmişti. Burada, The Beatles gibi dünyaca ünlü müzisyenlerin eşyaları vitrinlerde sergileniyor ve “Rock” müziğinin en güzel parçaları çalıyordu. Bir çeşit müzeydi aslında burası ve çok hoşumuza gitmişti. Etrafı biraz daha incelemek istediysek de, Seine Nehri turuna geç kalmamak için, yemeklerimizi yiyip, Hard Rock Café’den erken ayrılmak zorunda kaldık. Limana geldiğimizde, güneş batmak üzereydi ve havada çok tatlı bir esinti vardı. Deniz Abla teker teker biletlerimizi dağıttı ve vapura bindik. Ben dışarıda oturmak için o kadar ısrar ettim ki, hepimiz elimizde fotoğraf makinalarıyla dışarı çıktık ve tur başladı. Vapurda bulunan rehber, çevreyi tanıtmaya başladı. Herbirinin özel bir anlamı olan 22 köprünün altından geçtik ve bunlardan en eskisinin “Pont Neuf” olduğu vurgulandı. Ayrıca dünyaca ünlü ve efsanesi birçok filme, operaya konu olmuş, Notre Dame Kilisesi’nin yakınından geçtik, itiraf etmeliyim ki kilisenin muhteşem bir görüntüsü vardı. Camlarındaki vitrayları daha önce hiçbir yerde görmemiştim. Biz, bir yandan çevremizi inceleyip bir yandan fotoğraf çekerken; nehrin kıyısında oturan Fransız aşıklara da el sallamayı ihmal etmiyorduk. Çok ilginç bir görüntümüz olduğuna hiç şüphem yoktu doğrusu.
Limana geri döndüğümüzde, hepimizin üzerinde bir yorgunluk vardı ve otobüste hepimiz uyuyorduk. Otele vardığımızda herkes bir an evvel odasına çekildi. Ne de olsa ertesi gün dopdolu bir program bizi bekliyordu. Gizem banyoya girmiş; ben de pencereyi açmış dışarıyı seyrediyordum. Bir ara farkında olmadan en yüksek ses tonumla Gizem’e seslendim. Gizem neye uğradığını şaşırarak banyodan çıkıp hemen yanıma geldi. Ona, milyonlarca yıldızın parladığı gökyüzünü gösterdim. İkimizde bir süre hayran hayran gökyüzünü seyrettik. O kadar muhteşem ve büyülü duruyordu ki, konuşursam hepsinin yok olacağını düşünüyordum. Gökyüzü her yerde güzel, her yerde büyülüydü. Hayallerimizi saklayan en sadık dost olarak…
 
Kaynak: Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir.

CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.