Tekke Tasavuf Edebiyatının Anadolu’da Kurulmasının Sebepleri

Tekke Tasavuf Edebiyatının Anadolu’da Kurulmasının Sebepleri ve Tarihi Süreç İçindeki Seyri
Tekke Edebiyatı’nın Anadolu’da kurulmasının sebeplerini izah edebilmemiz için öncelikle Türklerin İslâmiyet’le şereflenmesini ve tasavvuf düşüncesinin ne olduğunu ortaya koymalıyız.
“Türkler İslamlaşmadan önce, budist ve maniehist kültürün tesirinde kalmışlardır. Uygurların Çince’den, Hindçe’den ve Tibetçe’den yaptıkları tercüme eserler müstesna, umumiyetle şifahî kültüre sahip idiler. İslâm medeniyeti ise, karşımıza kitabî bir medeniyet olarak çıkmıştır. İçtimaî plân dahilinde Türkler, nasıl göçebelikten yerleşik bir hayata geçmiş iseler, kültür bakımından da şifahî kültürden kitabî kültüre geçmişlerdir.”1
İslâm uygarlığı etkisinde kalan tekke edebiyatının özünü tasavvuf oluşturur. “ Zira Tekke Edebiyatı tasavvuf konusunu işleyen bir edebiyattır.”2
Tasavvuf kelimesinin menşei hakkında pek çok görüş ileri sürülmekle birlikte üzerinde ittifak edilen husus “sufi” kelimesinden kaynaklandığı yolundadır. Kimlere “sufı” denildiği konusunda başından beri bir görüş birliğine varılamamıştır. Bazıları için,”dış görünüş” tanımlarının ana kaynağını oluşturarak giyimden yola çıkarken, bazıları için ise söz konusu kişilerin “amaçları” ana kaynağı oluşturmuştur. Kimlere sufi denildiği konusunda Kelebazi “İçleri saf, dışları pak olduğu için sufilere (sufiyye)” adı verilmiştir derken bazı mutasavvıfların görüşlerine değinerek “Sufi, Allah’ la olan muamelesini saf hale getirdiği için aziz ve celil olan Allah’ın saf ikramına ve kerametine nail olan kimsedir” şeklinde açıklamıştır. Aynı eserde sufi kelimesinin farklı anlamlarına ilişkin olarak Kelebazi “Bir başka sufi gurubuna göre sufiler yün manasına gelen “sof” dan yapılan elbiseler giydikleri için sufi (sufiyye’den) adını almışlardır,3 demektedir.
Tasavvufu İslam Dininin daha çok ahlaksal kurallarından ve varlık birliği inancından erdeme kavuşmayı (İnsan-ı Kamil) amaçlayan; olgun insanın toplumdaki hizmetleriyle de erdemli topluma, olgun topluma (Toplum-u Kamil) ulaşmayı amaçlayan bir sistem şeklinde tanımlayabiliriz.
Tasavvuf, Tanrı’nın niteliğini ve kainatın oluşumunu Vahdeti Vücut anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akımdır. Tasavvufta esas fikir, kainatı bir tek vücudun tecellilerinden ibaret addetmektir.4
Tasavvuf sadece bireysel bir yol değildir. Başlangıçta bireyden hareketle gelişmiş olmakla beraber, özellikle Anadolu ve Balkanlar üzerindeki gelişmesi toplumsal ağırlıklı olmuştur. Bu nedenle günümüzde tasavvufu incelerken Anadolu öncesi tasavvuf ve Anadolu tasavvufu gibi iki dönem olarak ele almak daha doğru olacaktır.
Bu iki dönemin ayrılma noktası Horosan erenleriyle oluşur. Horosan erenlerinin Anadolu’ya gelmesi ve bunu takiben Balkanlar’a geçmesi kısa zamanda Anadolu ve Balkanlar’daki Türk tasavvufunun oluşmasını sağlamıştır. Anadolu öncesi dönemde ise tasavvufun ilk doğuşundan itibaren Horasan okulunun oluşumuna kadar ki dönemdir. Horasan okulu ile birlikte Türk töresi ve Türk dili ağırlıklı bir tasavvuf düşüncesi oluşmaya başlamıştır. Ve bu akım en büyük liderini Anadolu halk kesiminde Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre, saray kesiminde ise Mevlâna ile vermiştir.
Anadolu öncesi tasavvuf anlayışı özünde “Hak ile Hak olma” ya ulaşma amacını taşır. İnsan- ı Kâmil’i amaçlar. Anadolu Tasavvufu ise “Hak’tan Halk’a inmeyi” amaçlar. İnsan-ı Kâmil’in yanısıra, Toplum-u Kamil’i de amaçlamaktadır.5
Tasavvuf, kendisini hikmeti ve Allah’ı bilmeğe adamak olarak tarif edilen Vahdet-i Vücut ve Vahdet-i Şuhut gibi iki ana prensibe dayanmaktadır. 6
Tarikat yol anlamına gelir. Şeriatın sert hükümlerini yumuşatmak ihtiyacından doğmuştur. Eskiden tarikat adamlarının toplanıp tarikat gereklerini yaptıkları yere “Tekke” adı verilmektedir. Edebiyatımızda “dergâh, zaviye, hankâh” gibi kelimelerde Tekke anlamında kullanılmıştır.7
“ Türk Tekke Edebiyatımızın temelinde Yesevilik’ten kuvvetle etkilenen Nakşibendilik, Haydarilik, Bektaşilik ve Mevlevîlik vardır. Orta Asya’dan Anadolu’ya akıp gelen, özellikle Horasan’dan ayrılan Kalenderi, Sofi, Abdal, Gazi, Babai, Küfrevi ve diğer inanç erenleri henüz örgütlenmiş değillerdir. Bunları Anadolu Tekke edebiyatımızın hazırlayıcıları ve ilk tarikat öncülerimiz olarak sayabiliriz.
Selçuk, Harzem, Cengiz devletlerinin birbirini izleyen göç dalgalarının önünde Anadolu’ya sürüklenen dağınık derviş kafileleri, Anadolu’da kökleşen, bu güne değin gelen tasavvufa bağlı derin izler bırakan tarikatların kuruluş nedenleridir. Anadolu Türk tarikatlarının en önemlileri, topraklarımızda en derin, en geniş kök salanları ise Bektaşilik ve Mevlevilik’ti.. Mevlevilik aydınları, Bektaşilik halk yığınlarını kendine çeker.”8
Anadolu’da tasavvuf 13.yy’ın başlarında yayılmaya başlar ve bu yayılış uzun sürer. 16.yy sonlarında tarikatların sıkı baskısı altına girer ve kalıplaşmaya yüz tutar.
Tasavvufun hızlı yayılması için 13. ve 14. yy.’lar Anadolu’su çok elverişli idi. Bunun birçok sebepleri vardır:
1- İslâmla muşerref olan Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi Hıristiyan Avrupası’nda sert tepkiler doğurmuştur. Hıristiyanlar, ülkelerini teminat altına alabilmek ve kutsal kabul ettikleri Kudüs’ü almak için Türklere karşı Haçlı Seferleri düzenlemişlerdir. Bu seferlerin önünde Hıristiyan din adamları bulunurdu. İşte bunlara karşı Türkler’den de din ve tasavvuf önderleri savaşlarda ön plana çıkmışlardır. Gazaya giden İslâm cenkçilerine yardım eden, onları manen ve madden de destekleyen erenler ve alp erenler görüldü. Ahilik gibi yarı mutasavvıf, yarı asker fakat bütün ülkeyi tutmuş bir esnaf ve zanaatçılar teşkilatı bir yandan din savaşlarını desteklerken öte yandan tasavvufun yayılmasına zemin hazırlıyordu.
2- Türklerin kalabalık bulunduğu Horasan’da 11.yy’dan beri yoğun bir tasavvuf hayatı vardı. Çünkü bu ülke eski din ve medeniyetlerin etkisi altındaydı. Bilhassa 12.yy’da yetişen Ahmet Yesevi’nin derviş ve müritleri çok sayıda idiler. İşte 13.yy başında Horasan ve diğer Türk yurtları Moğallar tarafından işgal edilmişti. Moğolların dayatmacı, yağmacı ve kötü yönetiminden kaçan aydınlar Anadolu’ya kaçtılar. Çoğu Mutasavvıf olan ve Horasan Erenleri denilenlerin arasında, Belh’ten Konya’ya gelen Mevlâna ve babası da vardı.
Mevlâna ve babası Anadolu’ya yepyeni bir fikir, ahlâk ve iman canlılığı getirdiler. Büyük şehirlerde dergâhlar kurdular. Kasaba ve köylere varıncaya kadar tekkeler inşa ettirdiler.
3- 13. ve 14. yy’larda Anadolu’nun siyasi yapısı karışıktır. Sağlam bir devlet otoritesi yoktur. Moğol akınları ile memleket yağmalanıyor, yakılıp yıkılıyordu. Şehirde, köyde güvenlik kalmamıştı. Mal, mülk elden zorla alınıyor, ölmek ya da yaşamak tesadüfe bağlı bulunuyordu. Bu huzursuzluk, insana dünyadan el etek çekmeyi va’z eden ve pırıl pırıl ilâhi bir alemin kapılarını açan tasavvufa rağbeti sağlamıştır. Hayatları teminatsız insanlar, tarikatın mânevî havasında veya bazı şeyhlerin nüfuzu altında huzur arıyorlardı.
Tasavvuf konaklarda, şiir ve sanat neşesi olurken; halk arasında ahlâk öğütleri şeklinde yayılıyordu. Fakat tasavvufun yayılmasında rehberlik eden asıl teşkilat “Ahilik”ti. Bektaşilik, Melâmilik, Nakşibendilik, Bayramilik gibi millî tarikatler hep ahilik teşkilatından çıktı.
Tekke şiirinin Türk Edebiyatında kaynakları 12.yy’da Horasan’da Ahmet Yesevî’nin hikmetlerinde görülmüştür. Şiir ve fikir tarihimizdeki yerleri, dil ve edebiyatımızı kurtarmak yolundaki hizmetleri için hiç bir şeyle kıyas edilmeyecek değerdedir. Tekke şiirinin ilk ve en güzel örnekleri 13.yy’da görülmektedir. Bu geleneğin büyük şairi olan Yunus Emre, 13.yy’da yetişmiştir. 13. – 14. ve 15.yy’larda parlak çağını yaşayan Tekke şiiri, 20.yy’a kadar da eser vermeye devam etmiştir.9
Özellikle Yunus Emre, Anadolu sahasında halk diliyle halka islâm dininin bütün kurallarıyla anlatan Tekke edebiyatının en büyük şairidir. Orta Asya’da Ahmet Yesevî ile başlayan Türk Tasavvuf Şiiri, Türkistan, Horasan ve Anadolu’da en üstün seviyeye Yunus Emre’yle ulaşmıştır.
14. yüzyılda Anadolu’da Tekke edebiyatı, 13. yüzyıldaki kadar bahtiyar bir devir yaşamamıştır.
O kadar ki bu asırların Tekke şairleri, şiiri Yunus gibi söylemeğe çalışmakla kalmamış, bazen Yunus’un ya “ Emre”liğini ya da bizzat Yunus adını unvan olarak kullanmışlardır.
XV. yüzyılda Tekke Edebiyatı bir çığ gibi büyümeğe başlamıştır. Eserler fazlası ile veriliyordu. Bu dönemde Mevlâna Celâleddin-i Rumi, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre vb. Mutasavvıfları kendilerine örnek alan Kaygusuz Abdal, Akşemseddin, Hacı Bayram Veli, Eşrefoğlu Rumi, Şirazi vb. pek çok şairler yetişmiştir.
XVI. yüzyılda Tekke Edebiyatı, Yunus Emre’den beri onun yolunda bir şair yetiştirmemekle beraber, aynı yolda eserler vermeğe devam ediyordu.
XVII. yüzyılda Tekke Edebiyatı, gittikçe çoğalan tekkelerden Türk musikisiyle ahenkli, çoşkun ve raksan ilâhilerin yayıldığı bir hava içinde gelişmiştir. Bu yüzyıldan başlayarak hece ile söylenen ilâhilerin Mevlevi şairler tarafından da itibar kazandığı bilinir.
XVIII. yüzyılda Tekke Edebiyatı umumi bir duraklama ve gerileme hayatı içindedir. İmparatorluğun bu çağında Tekke Edebiyatı sahasında ( Şeyh Galip hariç ) eski eserler verilmez olmuştur.10
“ XIX. yüzyılda Kuddisi, Turabi, Mihrabi, Vasfi-i Melâmi, Ayni Baba gibi bir çok Tekke şairlerini tanıyoruz. Zaten Dertli, Seyrani gibi Tekke şairleri de “nefes”ler yazarak tekke edebiyatı mensupları arasına giriyorlardı.11 Bu sebeple bu asırda fazla gelişme görülmemiştir. Tekke şairleri ancak eskileri tekrarlamakla yetinmişlerdir.
XX.yy’da Cumhuriyet’in ilanı ile Tekke ve Zaviyeler kapatılmıştır. Mevcut tekke şairleri de gelişme göstermeden eskiyi tekrarlamakla yetinmişlerdir. 20. Yy’ın ikinci yarısında Yunus – Kaygusuz Abdal heyecanının tekrar canlandığı görülmektedir. Bu da dünle bugün arasındaki kültür bütünlüğünün devamı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Netice itibariyle, kaynağını Kur’an ve hadisten alan tasavvuf, Türkler’de XI. yüzyıldan başlayıp günümüze kadar gelen bir seyir içerisinde edebiyatımıza tabiatıyla yansımış, önceleri Acem tasavvufu eserlerini taklit eden şairlerimiz, daha sonraları millî haz ve zevklerine uygun bir şekilde öze dönerek dinî – tasavvufî hislerini ekseriyetle – kendi dilleriyle ve vezinleriyle dile getirmişlerdir.12 Böylece kaynağını Kur’an ve hadisten almış olan Tekke (Tasavvuf) edebiyatı diye bir anlayış getirilmiş oldu.
***
* Gazi Üniversitesi Kastamonu Eğitim Fakültesi Türkçe Bölümü Öğretim Görevlisi
Dipnotlar:
1- KARAALİOĞLU Seyit Kemal, Resimli Motifli Türk Edebiyatı Tarihi, c. 1. , İnk. Yay. , 2. Basım, İst. 1980, 2- BANARLI N. Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, MEB, İst. 1987, 3- Kelebazi, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf. Hazırlayan Sülleyman Uludağ s. 55, 4- Meydan Larousse C.11 Tasavvuf Maddesi, 5- Temren, Yrd. Dr. Belkıs:” Tasavvuf Düşüncesinde Demokrasi” Kültür Bakanlığı Yayımlar dairesi Başk.dizisi 18 .Ank.1995 s.17, 6- Türk Dili Türk Şiir Özel Sayısı 3 Halk Şiiri S. 445-450 Ocak-Haziran 1989 s.265, 7- BANARLI N. Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, MEB, İst. 1987, s. 349, 8- KARAALİOĞLU Seyit Kemal, Resimli Motifli Türk Edebiyat Tarihi, c.1, s. 354, 9- KARAALİOĞLU Seyit Kemal, Resimli Motifli Türk Edebiyat Tarihi c.1 İnk. Yay.2. Basım s.153, 10- BANARLI N. Sami, Resimli Türk Edebiyat TArihi c. 1., s. 331-796, 11- SEVÜK, İ. Habib, Edebiyat Bilgileri, İst. 1942, s. 225, 12- GÜZEL, Prof. Dr. Abdurahman Türk Dünyası El Kitabı Cilt 3, ikinci Baskı Ankara 1992 s. 244-250 “, Tekke Şiiri; Türk Dili Özel Sayısı 3 Halk Şiiri S. 445-450 Ocak –Haziran 1989, s. 265
Tasavvuf kelimesi, Arapça “suf” (yün) kelimesinden türemiştir. her türlü zevkin, rahatlığın, insanı Tanrıdan uzaklaştıracağına inananların kaba yün giysiler kullanmaları yüzünden onlara “Sufi” (yüne bürünmüş) denilmiştir.
Tarihte tasavvuf, Hicret’in II. yüzyılında başlar. (VIII.yy) Tasavvuf anlayışında amaç, gönlü tüm dünyasal şeylerden (adem) arıtarak, ölmeden önce Tanrı’ya varmaktır. Tasavvuf anlayışına göre, etrafımızda gördüğümüz herşey, varlıkta (vücud-u mutlak) varolan Tanrı’nın, varlığını belli etmek için yokluğa (adem-i mutlak) yansıması sonucunda varolmuştur. Tanrı’nın sırlarının da yaratılan en mükemmel varlık olan insanda toplandığını görürüz. İnsanın, Tanrı’nın gözbebeğindeki görüntü olduğuna inanılır.
Tasavvuf eğitimi veren kurumlara “tekke” denir. Tekkelerin yaşayışları dış dünyaya kapalıdır; kendi içlerinde kurumlardır. Tasavvuf anlayışındaki yollara “tarikat” denir. Kuran hadislerinin tasavvuf anlayışına göre çeşitli biçimlerde yorumlanması sonucunda yüzlerce tarikat oluşmuştur. Mevlevi – Şehir aydınları; Bektaşi – Halk aydınları için kullanılan isimlerdir. Tasavvuf anlayışını benimseyen kişiye “mutasavvıf” denir.
İnsan, yaşadığı sürece maddeye bağlı bir varlıktır, ve dolayısıyla, diğer bütün varlıklar gibi Tanrı’nın yokluktaki bir görüntüsünden başka birşey değildir. Bu da, insanın “aslı olan varlıktan ayrıldığı” şeklinde yorumlanır; insan bu sebep dolayısıyla acı çekmektedir. Aslına, Tanrı’ya dönerse multu olacaktır, ancak vücut ona engel olmaktadır. Vücut engelini ortadan kaldırmak için harcanan çabaya “riyazat” (alıştırma) denir. Az yemek, az içmek, az uyumak ve çileye girmek riyazat amacıyla yapılır. Mutasavvıflar, bütün duygu ve düşüncelerini Tanrı’ya yönlendirebilmek için yöntemler geliştirmişlerdir. Bunların başında da “zikir” adı verilen ayin gelir. Zikir ayinleri sırasında, bir araya gelinip koro halinde ilahiler söylenir raks edilir; bu amaçla çoşup dünyayı unutmak ve bütün gönülle Tanrı’ya yönelmek hedeflenir.
Tasavvuf anlayışında ölümden sonra da hayat olduğuna inanılır. Ve ölümden sonra Tanrı’ya varmak taasvvufta vardır. Ancak bir mutasavvıfın en büyük isteği, ölmeden önce Tanrı’ya ulaşmaktır (Fena-fillah).
HACI BEKTÂŞI VELİ
Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli, Horasan hükümdarı İbrahimü-l Sani Seyyid Muhammet ile Şeyh Ahmet adlı Nişabur’ lu bir alim zatın kızı Hatem Hatun’ un evliliklerinden 24 yıl sonra Nişabur şehrinde dünyaya gelmiştir. H.(606/1209)
Hacı Bektaş Veli’nin yetişmesi için , Hoca Ahmet Yesevi’ nin talebesi , halifesi olan Lokman Perende’ nin yanına verilir. O’ nun yanında yetişir. Lokman Perende, bâtın ve zâhir ilimlerine sahip mübarek bir zattır.
Bir gün Lokman Perende, Bektaş’ ın yanına girdiği zaman odayı nur ile dolu görüp şaşırır, etrafına bakınır. Bektaş’ın sağında ve solunda iki nurani zat görünür. Bunlar Bektaş’ a Kur’ an okutmaktadırlar. Lokman girer girmez hemen kaybolurlar. Lokman şaşırır kalır. Hoca, Bektaş’a bunların kim olduklarını sorar. O’ da “sağımda oturan iki cihan güneşi ceddim Muhammet Mustafa idi, solumda oturan Tanrının Arslanı, Emirül Müminin Hz. Ali idi. Biri zâhir ilmini , birisi de bâtın ilmini okutmaktalar” der. Yine bir gün Lokman, Bektaş’ a ders verirken;
-Bektaş!.. Dışarıya çık, bir ibrik su getir, abdest alayım, der.
Bektaş;
-Hocam, diye karşılık verdi. “Bir nazar etseniz de mektebin bahçesinden bir sı çıksa… Bizde dışardan su getirmeye muhtaç kalmasak…” Lokman;
-Bizim bu işi yapmaya gücümüz yetmez ! dedi.
O zaman Bektaş, ellerini kaldırıp dua etti. Lokman da “Amin” dedi. Lokman ellerini yüzüne sürüp secdeye kapandı. O zaman, hemen okulun bahçesinin ortasında güzel bir pınar fışkırdı. Sular kapıya doğru akmaya başladı. Lokman Perende, Bektaş’ın bu kerametini, sevinç içinde; “Ya Hünkar ! Sultan” diye haykırdı. Bu suretle Bektaş’ın adı “Hünkar” olarak kaldı.
Hacı lakabını alması hadisesi ise şöyledir : Lokman Perende Hacca gitmişti. Hac farizelerini yerine getirirken yanındaki arkadaşlarına ; “Bugün arife günü. Şimdi bizim evimizde bişi (bir çeşit tatlı) pişirirler”, dedi.
Lokman’ın bu sözü Bektaş’a malum oldu. Evde de hakikaten bişi pişiriyorlardı. Bektaş eve giderek bişi istedi. Bir tepsiye biraz bişi koyarak Bektaş’a verdiler. Bektaş tepsiyi aldı. Göz yumup açıncaya kadar bunu Şeyh Lokman Perende’ ye götürüp verdi. Lokman bunu görünce hikmetini anladı. Arkadaşları ile bişiyi yedi, tepsiyi de sakladı. Hac töreni sona erince Lokman Perende Hicaz’dan döndü. Horasan’a yaklaşınca bütün Nişabur halkı kendisini karşılamak üzere yola çıktılar. Haccını kutlayarak, ”mübarek olsun” dediler. Elini öptüler. O zaman Lokman şöyle konuştu:
– Hacı olan Bektaş’ tır ve gidin Bektaş’ın elini öpün dedi.
Böylece adı “Hünkar Hacı Bektaş Horasani” oldu
Velayetname’de O’nun “Ahmet Yesevi Halifelerinden” olduğu söylenir. Hoca Ahmet Yesevi, Horasan ülkesinde Veli idi. Doksan dokuz bin halifesi vardı. Bunun içinde kendisine doksan dokuz bin Türkistan Pirinin Ulusu derlerdi.
İmam Ali Rıza kendisinde bulunan emanetleri Hoca Ahmet Yesevi’ ye vermişti. Hepsi de şeyhin tekkesinde dururdu. Onları halifelerinden hiçbirine vermemişti. Soran oldu mu: “sahibi vardır, gelir“ derdi. Bir gün halifeler birleştiler.
-Hep toplanalım da o emanetleri şeyhten isteyelim. Birimizden birine versin ! dediler.
Sabah vakti, doksan dokuz bin halife sabah namazı kıldılar. Hoca Ahmet Yesevi’nin avlusu pek genişti. Hepsi seccade salıp yerli yerlerine oturdular. Duadan sonra Şeyh, halifelerin gözlerine baktı. Onların göbellerinde geçirdiklerini anladı.
-Gönlünüzde ne varsa dile getirin, söyleyin ! dedi.
Halifeler bu emir üzerine dileklerini söylediler. O sıralarda sadık bir muhip darı getirmişti. Darı,
meydanın bir kenarına yığılmıştı. Şeyh;
-Kim bu darı yığınının üstünde seccade salar, iki rekat namaz kılar ve hiçbir darı yerinden kımıldamazsa, emanetler onun hakkıdır. Elifi taç kendiliğinden uçar, onun başına konar. Hırka sırtına gelir. Çerağ uyanırda önüne dikilir. Sofra varır, önüne yayılır, alem başının üstüne durur.
Seccade de altına serilir, der. Halifeler bu sözleri duyunca utançlarından başlarını yere eğdiler.
Şaşırıp kaldılar. Derken birde baktılar ki bir selam verip;
-Sabahlar aşk olsun, diyerek geldi. Oturanların arasında bir yer bulup sıkıştı. Bu gelen er, Hünkar Hacı Bektaş Veli idi. Halifelerin o dört alâmeti, dört fahri , şehten istedikleri kendisine malum olmuştu. Biran içinde Horasan’dan kalkmış, Türkistan’a Ahmet Yesevi’nin tekkesine gelmişti.
Ahmet Yesevi, Hünkarın selamını ayağa kalkarak aldı. Onun böyle kalktığını gören halifeler de
kalktılar. Ahmet Yesevi, Hünkarı yanına aldı ve halifelerine dönüp;
-İşte emenetlerin sahibi geldi; dedi.
Hünkar Hacı Bektaş, seccadesini eline aldı. Darı yığının yanına vardı. Besmele ile seccadeyi yaydı.Üstüne çıkıp iki rekat namaz kıldı. Bir tek darı tanesi bile yerinden kıpırdamadı. Namazı kıldıktan sonra geçip yerine oturdu. Elifi taç yerinden kalktı , uçarak geldi, Hacı Bektaş’ ın başına kondu. Hırkada havalanıp sırtına geçti. Çerağ durduğu yerde uyandı, önünde durdu, yanmaya ve ışık saçmaya başladı, alem yani Peygamberin sancağı durduğu yerden kalkıp Hünkarın başı ucuna dilildi. Seccade de kalkıp altına serildi. Hoca Ahmet Yesevi de erkana uyarak kendisinde bulunan emanetleri Hacı Bektaş Veli’ ye verip, icazetinide teslim etti. Sonra da şu sözleri söyledi;
-Ey Hacı Bektaş! Nasibini tam olarak aldın. Müjdeler olsun ki, Kutuplar kutupluğu senindir. Kırk yıl hükmün vardır. Bu emanetler şimdiye kadar bizimdi. Şimdi senindir. Biz bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz, ahirete gideriz. Var, seni Rum’a (Anadolu’ya) saldık, Sulucakarahöyük’ ü sana yurt olarak verdik. Rum abdallarına seni baş yaptık. Rumeli’de gerçekler, abdallar çoktur artık hiçbir yerde eğlenmeden hemen yürü !…
Hünkar Hacı Bektaş Veli, ertesi sabah gündoğarken Hoca Ahmet Yesevi’den izin alarak yola düştü.Orada bulunan ermişlerin biri, ortada yanan ateşten bir odun alıp Rum ülkesine attı ve; -Rum’daki erenlerden biri bu odunu tutsun. Türkistan erenlerinin Ruma er gönderdiklerini anlasın! Dedi bu odun bir öt ağacındandı. Konya’da Emir Cem Sultan’ın Halifesi Hak Ahmet Sultan bunu tuttu ve Hacı Bektaş tekkesinin önüne dikti. Bu dut ağaçı hala durur. Yukarı ucu da yanıktır.
Hünkar Hacı Bektaş Veli, Türkistan’dan hareket edince, önce Hacca niyet etti. Yolda çöl boyunca giderken arslanların sığındıkları bir yere uğradı. İnsanlar oraya korkudan ayak basamazlardı. Hünkar oraya varınca kendisini gören iki arslan hemen üzerine saldırdı. Yanına varınca Hünkar bunları başlarından kuyruklarına kadar sıvazladı, arslanlar hemen taş oldular. Diğer arslanlar bunu görünce, yüzlerini yere eğip yalanmaya başladılar. Hünkar Hacı Bektaş Veli, o yerde bir müddet kaldı. Orada bir kadının doğan oğlunu evlat edindi. O yerlerde birçok kerametler gösterdi. Birgün o diyarda bir kalabalıkla giderken bir ırmağa yaklaştılar. Irmaktaki balıklar baş çıkarıp Hünlar’a selam verdiler. Hünkar selamlarını alıp;
-Sağolun da varın tesbihinize devam edin ! dedi.
Bu çeşit kerametlerle bu kavmi kendisine dost etti. Şimdi o kavme Hünkariler denir.
Oradan kalkıp yürüdü. Necef Şahı Hazreti Ali’yi ziyaret etti. Necef’te bir müddet kaldı. Oradan da hareketle Hicaz’a, Beytullah’a vardı. Sonra Medine’ye gitti. Hazreti Peygamberi ziyaret etti. Daha sonra Halep’e geldi. Burada da bir müddet kaldı, çeşitli kerametler gösterdi.
Hünkar bundan sonra Rum ülkesine yürüdü. Kayseri’ye doğru yoluna devam etti. Hünkar Hacı Bektaş Veli;
-Ey Rum’daki Erenler !.. Kardeşler ! diye selam verdi. Bu sırada Rum Elinde Elliyedibin Rum Ereni mecliste sohbette idiler. Rum’un gözcüsü de Karaca Ahmet’ti. Hünkar’ın selam verdiği, Fatma Bacı’ya malum oldu. Bu kadın Sivrihisar’da Seyyit Nureddin’in kızı idi. Henüz evlenmemişti. Meclisteki Erenlere yemek pişiriyordu. Karaca Ahmet’de, Seyyit Nureddin’in müridi idi. Fatma Bacı ayağa kalkarak Hünkar’ın bulunduğu tarafa döndü. Elini göğsüne koydu.
Üç defa “Aleykümselam” diyerek yerine oturdu. Meclistekiler bu hali görünce;
-Ey bacı ! Kimin selamını aldın ? dediler.
Fatma Bacı; “Rum ülkesine bir ermiş geliyor. Siz erenlere selam verdi.” Der. Erenler;
-Kendisi Horasan Erenlerindendir. Fakat şimdi Beytullah tarafından geliyor. Erenler;
-Ne yapmalı ki Rum diyarına girmesin dediler.
Bunlar Rum diyarının Hacı Bektaş’a bağlanacağını ve kendilerinin önemsiz bir mevkide kalacaklarını düşünürler. Bazısı “ kanat gerelim, arş altında Sidre’ye dek yolu keselim, Rum’a girmesin” der. Hepsi bu tedbiri uygun bularak velayet kanatlarını birbirine çatarlar ve yolun bağlanmış olduğunu görürler. Hacı Bektaş Veli, Rum ülkesinin sınırına varınca yolun bağlanmış olduğunu gördü. “Bismillah ve Billah” diyerek velayetle sıçrayıp arşa yetişir. Melekler onun Elifi Tacıyla geldiğini görünce;
-Merhaba ! Sefa geldin ey Peygamber evladı Hacı Bektaş Veli ! dediler.
Hünkar ordan bir güvercin donunda doğruca Sulucakarahöyük’e indi. Bu durum Rum Erenleri arasında huzursuzluğa sebep olur. Hacı Bektaş’ın alt edilmesi için Karaca Ahmet adlı bir eren gönderilir. Karaca Ahmet, her mahlukun eşiyle oturduğunu, yalnız Sulucakarahöyük’te güvercin donuna girmiş bir erin tek başına oturduğunu murakabe sonunda anlar. Bu er Hacı Bektaş Veli’dir. Rum Erenlerinden Beyazid Sultan’ın halifelerinden Hacı Doğrul, doğan şekline girerek, güvercin şeklinde duran Hacı Bektaş Veli’yi avlamaya gelir. Heybetle güvercinin üstüne iner. Hacı Bektaş, o anda insan şekline dönerek doğanı yakalar, aklı başından gidinceye kadar sıkar ve yere bırakır. Hacı Doğrul, kendine gelince hemen ayağa kalkıp, Hacı Bektaş’ın eline ayağına düşer, affedilmesini ister ! Hünkar Hacı Bektaş Veli;
-Ey Doğrul ! dedi. Ermiş, ermişin üstüne böyle gelmez. Siz bize zalim kılığında geldiniz ; Biz ise size mazlum kılığında … Eğer güvercinden daha mazlum bir mahluk bulsaydık, muhakkak onun kılığına girerdik. Sonra da Hacı Doğrul’un kisvesini alıp tekbir ile başına giydirir. Hacı Doğrul, ona uyma konusunda söz verir. Bunu da arkadaşlarına anlatmak için geri döner. Ancak Rum Erenleri bu daveti kabul etmezler. Herkes kendi yoluna gider. Bu hal Hacı Bektaş’a malum olur. O da bir rivayette kırk gün, bir başka rivayette üç gün çerağlarını söndürür. Bir işaretle altlarındaki seccadeleri de kaybolur. Sonunda bir yere toplanarak Hacı Bektaş’a gitmeyi kararlaştırırlar. Huzura varıp elini öperler. Hacı Bektaş’ın kimliğini, nereden geldiğini, kime bağlı olduğunu sorarlar. Hacı Bektaş, Horasan Erenlerinden olduğunu, Türkistan’dan geldiğini, mürşidinin Hoca Ahmed Yesevi olduğunu söyler. Erenler buna karşı delil isterler. Hacı Bektaş, Ahmed Yesevi Hazretlerinden aldığı icazetnameyi çıkarmak isterken, gökte bir duman belirir ve Hacı Bektaş’ın önüne düşer. Bu, yeşil renkli bir fermandı. Yeşil bir sayfa üstünde besmeleden sonra ak yazı ile icazeti yazılı idi. Erenlerin hiçbir şüphesi kalmaz, kalkıp makamlarına giderler.
Karahöyük yakınlarında, Mikail denilen yerde Yunus Mükri adında bilgin, olgun bir kişi vardı. Yunus Mukri birgün Konya’ya gitti. Sultan Alaaddin’e kendisini tanıttı. Sulucakrahöyük’ü kendisine yurt olarak vermesini istedi. Sultan Alaaddin orasını Yunus Mükri’ye yurt olarak verdi. Yunus Mükri, beratini alarak köye gelip yerleşti. Bir müddet sonra da öldü.
Yunus’un, İdris adında babası gibi âlim bir oğlu vardı. Onun da ahiret hatunlarından bir karısı vardı. Adına Kutlu Melek derlerdi. Ona herkes saygı gösterir, kendisine ayrıca Kadıncık da derlerdi. Yunus Mükri ölünce İdris ve diğer kardeşleri, evleri ve barkları ile beraber Kayı’dan göçerek Sulucakarahöyük’e (Hacıbektaş ilçesi) geldiler. Buraya yerleştiler. Bir gece Kadıncık hatun uykusundan uyandı. İdris sebebini sorunca Kadıncık;
-Garip bir rüya gördüm, dedi. Sen âlim bir kişisin! Bu rüyamı tabir et! Ayın ondördü eteğimden koynuma girdi. Yakamdam çıkmak istedi, yakamı tuttum. Yenimden çıkmak istedi, yenimi tuttum. O zaman eteğimden çıkmak istedi. Oturdum, yere kapandım. Derken uyandım. İdris bu rüyayı şöyle tabir etti ;
-Dinle Kadıncık!Güneş Peygamberdir, ay ise eren. Demek senden bir çocuk dünyaya gelecek ve bu çocuk erenlerden olacak.O zamana kadar Kadıncık hatunun çocuğu olmamıştır. Bu rüyadan sonra bir hayli zaman geçti. Birgün Kadıncık hatun ,çamaşır yıkamak üzere, diğer kadınlarla pınar başına gitti. Tam bu sırada ileriden Hünkar Hacı Bektaş çıkageldi. Başında tacı, elinde asası vardı. Çamarşır yıkayan kadınlara ;
-Bacılar! Karnımız aç, yiyecek bir şeyiniz varsa, Allah rızası için veriniz! dedi. Kadınlar;
-Burada yiyecek ne varki sana verelim derviş! dediler.Kadıncık Hatun ise hemen evine koştu. Bir parça ekmeğin içine bir parça yağ koyarak getirdi, dervişe verdi. Hacı Bektaş;
-Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin! diye dua etti.Oradan kalkarak Sulucakarahöyük mescidine vardı. İçeri girip oturdu. Akşam oldu. Köylüler mescide gelerek namaz kıldılar. Dağılıp gittiler. Tek bir Tanrı kulu bile Hünkar Hacı Bektaş’a kimsin, nesin diye sormadı. Kadıncık hatun tekrar çamaşır yıkamaya gidince, kaynanası: ” Gelin çamaşıra gitti. Bari yemeği ben pişireyim” dedi. Yemeği ocağa koydu. Yağ almak üzere yağ küpünü açtı. Bir de ne görsün? Küp ağzına kadar yağ
ile dolu değil mi ? Kadıncık hatun çamaşırını yıkayıp eve dönünce ona;
-Gelin! Yağı nerecen aldın da küpün doldurdun? Dedi. Kadıncık;
-Ben yağ falan almadım, cevabını verdi. Olanları kaynanasına anlattı ve;
-Herhalde onun duasının bereketiyle küp yağ ile doldu.
Akşam üstü İderis eve gelince, durumu ona anlattılar. O da düşündü;
-Bu adam, mesciddeki derviş olsa gerektir, dedi. Ne yazık ki bir onu gördüğümüzde halde, kendisi hizmer edemedik.
O gece yatıp uyudular. İdris, sabahleyin erkenden mescidin yolunu tuttu. Bir de baktı ki, pencereden dışarıya ışık şeklinde nur çıkıyor. Kendi kendine; ” Biz mescide çerağ yakmamıştık. Bu ışık nedir? diye şaşırdı kaldı. Mescide girince, mihrabın sol tarafında bir er gördü. İbader ederken ağzından nurlar dökülüyor. Başının üstünde de nurdan bir kandil yanıyor. İdris bunu görünce koşup eve döndü. Kadıncık da uyanmış, abdest alıyordu. Ona;
-Kadıncık, o gördüğün rüya zuhur etti. O ermiş, mescide gelen dervişten başkası değil. Ve ona gördüklerini anlattı. Kadıncık hatun şükran secdesine kapandı. Sonra ikisi de mescide vardılar. Kadıncık;
-Sen erkeksin! Önce sen gir! dedi. İnris;
-Olmaz! Önce sen gir, dedi. Çünkü rüyayı sen gördün.Kadıncık besmele ile girdi. Ardından da İdris, mescide girdi. Hacı Bektaş tahiyat’la oturmuştu. Huzuruna varıp elini dizini öptüler. Geri çekip divan durdular. Hünkar;
-Neye geldiniz bu vakitte?
Sizi, kulunuzun evine davet etmeye geldik, dediler. Umarız ki bu ricamızı kabul eder, evimize ayak basar, bize şeref verirsiniz, himmet edersiniz. Hacı Bektaş; -Şimdilik bir yere gidemeyiz. Burada itikafa niyetlendik, dedi.Onlar ise, ısrar ettiler. Fakat Hünkar razı olmadı.Kadıncık hatun eve döndü. Bir sofraya hazırda ne varsa koydu. Bunu Hünkara görürdü;
-Bari lütfedin, bunları yiyin de bize hayır dua edin! dedi. Hünkar, yemek de yemedi. Sonra Arafat dağındaki çilehaneye geldi. Buranın karanlık bir mağara olduğunu gördü. Önündeki bir yeri mübarek parmağı ile dürttü.Oradan güzel bir su çıktı.Şimdi o suya Zemzem suyu derler. Hünkar Hacı Bektaş’ı ziyarete gelenler, kutluluk için o suyla yıkanırlar. Kadıncık hatun, bu sırada kendisine ne kadar yiyecek getirdi ise istemedi. Hünkarın Çile dağında, çile çıkardığının son gecesi İdris karınına ;
-Yarın kırkıncı gece,dedi. Erenler erbaini çıkardıktan sonra giderlerse ondan mahrum kalırız. Yarın ,beraber yanına varıp niyaz edelim. Eline, ayağına düşüp yalvaralım. Belki himmet ederler de mübarek ayağını, evimize basar.Ertesi gün beraber, Arafat dağına (Sulucakarahöyük’ün hemen üstündeki tepe) vardılar. Çilehaneye geldiler. Hünkar’ın elini öpüp ayağına yüz sürdüler.
-Erenler şahı, lütfet de mübarek ayağın evimize bassın, dediler. Erenlerin işi murat vermektir, lütuf ve kerem etmektir. Hünkar;
-Bizim yükümüz ağırdır, buyurdu. Zahmet çekersiniz, bizi sevenler, aşıklar, muhiplerimiz çoktur. Ziyarete gelenler size zahmet verirler.İdris ve Kadıncık Hatun;
-Allah izin verirse koyundan, sığırdan, maldan, rızktan nemiz varsa hepsini aşkınıza harcarız, dediler. Bir şeyimiz kalmazsa , bize dervişlik zembilini verirsiniz. Müminlerin ihsanını toplarız. Getirir, muhiplere, sizi sevenlere dağıtırız. Hünkar Hacı Bektaş, bu sözü duyunca kalktı. Paşmaklarını giydi. Önde İdris, arkada Hacı Bektaş , en arkada da Kadıncık hatun oldukları halde yürüyüp eve geldiler. Evin tenha bir köşesini halvet yeri olarak seçtiler. Erenlerin bir çilehanesi de Kadıncık evine yakındır. Hünkar Hacı Bektaş Veli, bazen Kadıncık Ana’nın evinde, bazen de o çilehanede ibadet ederdi.Hacı Bektaş Veli , bir gün Kadıncık Ana’nın evinde namaz kılarken duvar eğildi; yıkılacak hale geldi. Kadıncık Ana;
-Duvar sanki eğildi, erenler şahı! Oradan uzaklaşsanız, dedi.O zaman Hünkar, mübarek eliyle duvara;
-Dur! Diye işaret etti. Duvar durdu.
-Ey Erenler Şahı! Duvar bu haliyle durur mu? Diye sordu.
-Kıyamete kadar durur, yıkılmaz! cevabını verdi.Gerçekten de o zamandan bu zamana kadar, öbür duvarların hepsi yıkıldığı ve yeniden yapıldığı halde o duvar halâ öylece durur. Yıkılmaz, yıkılacağı da yoktur.
Hacı Bektaş Veli’nin vefatı da doğumu gibi farklı tarihlerle ele alınan bir konudur. Kaynakların çoğu O’ nun 63 yıl yaşadığını H.(606/1209) da doğup H.(669/1270) de vefat ettiğini kaydetmektedir. 1270’den sonraya verilen tarihlerin de gözönünde bulundurulması gerektiğini hatırlatarak, O’ nun kesin olarak 13. yüzyılın sonu ile 14. Yüzyılın başına rastlayan yıllarda vefat ettiğini söyleyebiliriz. Hacı Bektaş, vefat edeceği gün namaz kılar, evradını okur, halvete varır.
Daha sonra halifesi Sarı İsmail’i çağırır ve şöyle der;
-Bu gün Perşembe ahirete göçeceğim, göçünce kapıyı ört, dışarı çık. Çiledağını gözle, oradan bir boz atlı gelecek, yüzünde yeşil nikap örtü bulunacak. Bu zat, atını kapıda bırakıp içeriye girecek. Bana yasin okuyacak, attan inip selam verince selamını al, onu ağırla, hulle tabut yapar, beni tabuta koy, ondan sonra beni gömün, onunla söyleşmeyin sakın, öğüdümü tut,ölümümden sonra bin koyunla yüz sığır kurban et, bütün halkı çağır hizmet et, onları doyur, yedinci günü, kırkıncı günü helva dök, korkma erin harcı kesilmez. Ne kadar mürit, mühip varsa davet et, onları topla
öğüt ver, ağlamasınlar…
Hünkar, “Biz ölmeyiz, suret değiştiririz ” diyerek onu teselli etti. Sonra Tanrı’ya niyazda bulundu. Peygamber’e salavat getirdi. Kendisi, kendisine Yasin okudu,ve ruhunu Hak’ka teslim etti.
Hacı Bektaş’ın vasiyette söyledikleri aynen çıkar. Yüzü örtülü bir zat onun defni ile alakadar olur. İsmail kendini tutamayıp bu zat’a kim olduğunu sorar, o zat ısrara dayanamayıp yüzünü açar. Sarı Ysmail, birden karşısında Hacı Bektaş’ı görür, atının ayağına düşer, yalvarır, bağışlamasını ister. Ancak Hacı Bektaş “Er odur ki ölmeden evvel ölür, kendi cenazesini kendi yıkar, sende buna gayret et” diyerek gözden kaybolur.
Yunus Emre (1238-1320)
Türk, şair. Anadolu’da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsüdür. İnsan sevgisine dayanan bir görüşü geliştirmiştir.
Yaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda anlatılanlar da birbirini tutmaz. Nerede, hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmiyor. Kimi kaynaklarda Anadolu’ya Doğu’dan gelen Türk oymaklarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu söylenirse de kesin değildir. 1320 dolaylarında Eskişehir’de öldüğü söylenir. Batı Anadolu’nun birkaç yöresinde “Yunus Emre” adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden “makam” adı verilen yer vardır. Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir. Anadolu’da “Yunus Emre” adını taşıyan ve Yunus Emre’den çok sonraları yaşamış başka şairlerin yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda ayıklanmış, böylece 357 şiirin onun olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. Gene Yunus Emre adını taşıyan ve başka şairlerin elinden çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştir. Onun dil, şiir ve düşünce bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan’daki şiirleri nedeniyledir.
Yunus Emre’nin şiirinde, edebiyat tarihi bakımından, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli sorun sergilenir. Bu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen konular ise insan, Tanrı, Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eliaçıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. O, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak sergilemiştir.
İnsan bir “sevgi varlığı”dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. Tin tanrısaldır, ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi içindedir. Gövde dağılır, kendini kuran öğelere ayrılır. İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık evreni toprak, su, ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. Bu dört ilke yaratılmıştır, yaratıcı da Tanrı’dır. Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra, ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. İnsan sevgi yoluyla Tanrı’ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı’yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştir. Gerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı’dır, türlülük bir “görünüş”tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik tanrısal tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir “yansıma” niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca “oluş” gerçekleşir.
Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevginin ereği yüce Tanrı’ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı’yı, Tanrı’yı seven kendini sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da Tanrı’dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür.
Yunus Emre’de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü, bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar. Yunus Emre’nin dilinde bilge kişinin adı “eren”dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.
Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm tinle gövde arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardır. Çünkü, bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan, salt ölüm de söz konusu değildir. Ölümün bir başka anlamı da bilgiden, erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır.
Yunus Emre’nin şiirinde Yeni-Platonculuk’tan kaynaklanan Tasavvuf öğretisinin bütün sorunları bulunur. Bunlara yeni bir çözüm getirmez, Yeni-Platonculuk’un yöntemine dayanarak yorumlar ileri sürer. Bu nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk’un Türkçe açıklanışıdır.
Yunus Emre’nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu’da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. Şiirlerinin ölçüsü, Türkçe’nin ses yapısına uymayan “aruz” olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçe’nin ses yapısına uygun biçimde dile getirir, şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür. Yer yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum bağlantısı bütüncül bir içerik taşır. Ona göre önemli olan bir sözü etkili biçimde söylemektir. Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması, bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. İnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır, konuşan Tanrı durumundadır. Yunus Emre’de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünceyi içeren, açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır.
Yunus Emre’nin biri şiiri, öteki düşünceleriyle olmak üzere, iki yönlü bir etkisi vardır. Gerek dili, gerek görüşleri bakımından halk şiirinin de öncüsü sayılmaktadır. Özellikle tasavvuf inançlarını benimseyen Alevi-Bektaşi geleneğini sürdüren halk ozanları üzerindeki etkisi büyük olmuştur.
PİR SULTAN ABDAL (Haydar)
Onaltıncı yüzyılda yaşamış halk şairi. Pir Sultan Abdal’ın hayatı hakkında sağlam bilgiler yoktur. Dedeleri Azerbeycan’dan Siva’ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır bucağına bağlı Banaz köyüne gelmişlerdir. Asıl adı Haydar’dır.
Siyâsete karışmışi İran propagandasına kapılarak, Türk padişahına karşı Şah Tahmasb’ı desteklemiştir.Şair olan Pir Sultan Abdal’ı 1588’de Savas Vâlisi Hızır Paşa bir isyâna elebaşılık yaptığı için yakalanmış, İstanbul’dan gelen emir üzerine idam etmiştir.
Birçoğu bestelenen şiirlerinde büyük bir lirizm vardır. Bir oğlunun ölümü üzerine söylediği iki ağıt ile hapiste iken söyledikleri tanınmış halk edebiyatı örnekleridir. Dili sâde bir köylü lehçesidir. Toprağa ve tarıma mahsus ıstılahları ve genelekleri iyi bilmektir. Allah aşkı ile
karışık bir hava içinde günlük ve maddî aşkları da yazdığı dikkati çeker.
Başta Fuat köprülü olmak üzere edebiyat tarihçileri Pir Sultan Abdal hakkında araştırma yapmışlar, makale ve kitaplar yayınlanmıştır.
Pir Sultan Abdal’dan Şiirler:
Dağdan kütür kütür hezen indirir
İndirir de ateşler yandırır
Her evin devliğin öküz döndirür
İreçberler, hoşça görün öküze.
Öküzün damını alçacık yapım
Yaş koman, altına kuruluk sepin
Koşumdan koşuma gözlerin öpün
İreçberler, hoşça görün öküzü.
Pir Sultanın der ki kaynar coşunca
Tekne hamur kalmaz, ekmek pişince
Âdem Ata, ök’zün çifte koşunca
İreçberler, hoşça görün öküzü.
Kaynak: Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir.

Önceki İçerikTELMİH SANATI
Sonraki İçerikDİVAN EDEBİYATINDA SANATLAR
PAYLAŞ
CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.