TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ
Yıldırım Koç
Giriş
TÜRK-İŞ, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinden yanadır. Bu konu, 1-5 Aralık 1999 tarihlerinde toplanan 18. Genel Kurulda görüşülmüş ve aşağıdaki karar alınmıştır:
“Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde ve genel olarak dış ilişkilerimizde, ulusal çıkarlarımıza zarar verebilecek, ulusal onurumuza gölge düşürebilecek veya bütünlüğümüzü ve bağımsızlığımızı tehdit edebilecek tutum ve davranışlardan kesinlikle kaçınılmalıdır.”
Türkiye’de sık sık sorulan bir soru, Avrupa Birliği’ne girilip girilmemesi gerektiğidir. Bu soru günümüzde yanlıştır. Sorulması gereken doğru soru, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi almaya niyeti var mıdır, yok mudur, olmalıdır. Son 10 yılda yaşananlar, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi tam üyeliğe alma gibi bir niyetinin kesinlikle olmadığını, ancak Türkiye’nin stratejik önemi nedeniyle de Türkiye’yi el altında ve denetim altında tutmak istediğidir. Bu ise ancak Türkiye sömürgeleştirilerek olabilir. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin yetkili organları ve özellikle tam üyelik konusunda onay vermesi gereken Avrupa Parlamentosu, gerek taleplerinin içeriği, gerek üslubuyla, bir sömürge valisi gibi davranmaktadır. Avrupa Birliği, 31.12.1995 tarihi itibariyle girilen gümrük birliği ile isteklerinin büyük bir bölümünü elde etmiştir. Bu nedenle, Türkiye’yi tam üyeliğe alıp, AB yetkili organlarında Türkiye’nin temsil edilmesini kabul etmesi söz konusu değildir. Bu nedenle tam üyelik için sürekli olarak yeni şartlar konmaktadır. Ülkemizdeki bazı çevreler ise tam bir teslimiyet içinde tüm sorunların çözümü için Avrupa Birliği’ne bel bağlamış, ulusal bağımsızlığı ve ulusal egemenliği gerektiğince dikkate almaz bir durumdadır….
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler her geçen gün daha da önem kazanmaktadır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den talepleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter devlet yapısının bütünlüğü ve bağımsızlığı ile bağdaşmayacak isteklerdir. Bu taleplerin yerine getirilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalayarak, ulusumuzu bölecek, yeni bir Yugoslavya yaratacaktır.
Türkiye, sorunlarını Avrupa Birliği sayesinde çözmeyecektir. Türkiye, Avrupa Birliği’ne üyelikle güçlenmeyecektir. Türkiye sorunlarını Avrupa Birliği’ne rağmen çözecek ve güçlenecektir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olarak kabul edilebilmesi ise Türkiye’nin daha da güçlenmesine bağlıdır.
Avrupa Birliği ve Avrupa Birleşik Devletleri uzun bir öyküdür. Avusturyalı Kont Coudenhove Kalergi, 1923 yılında Avrupa Birleşik Devletleri’nin kurulması doğrultusunda bir çağrı yapmıştı. Winston Churchill de 19 Eylül 1946 tarihinde Avrupa Birleşik Devletleri’nin kurulmasını gündeme getirdi .
Bugünkü biçimiyle Avrupa Birliği, işçilerin birleşme projesi olarak gündeme gelmedi. Avrupa Topluluğu tarafından 1987 yılında yayınlanan bir kitapta , Avrupa Topluluğu’nun oluşumunun birinci nedeni olarak, Avrupa’nın iç çatışmalar nedeniyle “dünya sahnesinin merkezindeki çok eski konumunu yitirmesi” ve “Avrupa’nın yerinin iki yeni süpergüç olan Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği tarafından alınmış olması” gösterilmektedir.
Bugün Avrupa Birliği’nin kendi silahlı kuvvetlerini kurması doğrultusunda adımlar atılmaktadır. 1985 yılından beri bir Avrupa pasaportu kullanılmaktadır. Beethoven’in bir eseri Avrupa’nın “ulusal” marşıdır. Mavi zemin üzerindeki 12 sarı yıldız Avrupa Birliği’nin bayrağıdır. Avrupa para birimi Euro da kullanıma girmiştir ve yakında tedavüle çıkacaktır. Avrupa Birliği ülkelerinde dükkanlarda malların fiyatları hem o ülkenin parasıyla, hem de Euro olarak gösterilmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’nden farklı bir süreçle bir Avrupa Birleşik Devletleri oluşmaktadır.
Türkiye, Avrupa Birleşik Devletleri’nin henüz çok belirgin bir biçimde ortada olmadığı koşullarda, Avrupa ile ekonomik bütünleşme sürecine Ankara Anlaşması ile girdi. Avrupa’nın endüstrileşmiş altı ülkesinin oluşturduğu Avrupa Topluluğu, uluslararası dengeler açısından önemli bir konuma sahip olan Türkiye’nin ucuz işgücünden de yararlanmak istiyordu. Türkiye’nin Avrupa Topluluğu ile ekonomik bütünleşmesini öngören Ankara Anlaşması, Türkiye’deki siyasal gelişmelere, dünyadaki ekonomik durgunluğa ve ardından da Sovyet sisteminin çökmesine bağlı olarak, ancak gecikmeli biçimde uygulanabildi.
Sovyet sisteminin çöküşüne kadar, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik şansının bulunduğundan söz edilebilir. Ancak Sovyet sisteminin çöküşünün ardından güç dengelerinde ve Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye bakışında önemli bir değişiklik yaşandı. Avrupa Birliği, Türkiye’ye olduğu kadar, Akdeniz bölgesindeki diğer ülkelere karşı politikasını da yeniden biçimlendirdi.
Bugün kısa ve orta vadede Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği söz konusu değildir. Avrupa Birliği ülkeleri, Türkiye ile ilişkilerini eşitlik temelinde değil, bir astlık-üstlük ilişkisi temelinde yeniden biçimlendirmek istenmektedir. Avrupa Birliği, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Akdeniz ülkelerinin, kendisini sorunlu bölgelerden ayıracak bir tampon oluşturmasını planlamaktadır. Bu tampon bölge aynı zamanda gerektiğinde kullanılabilecek bir ucuz işgücü kaynağı, büyük bir pazar, arzulandığı biçimde değerlendirilebilecek doğal kaynaklar da sağlamaktadır. Ayrıca, Avrupa Birliği vatandaşlarının turizm gereksiniminin ucuz ve güvenlikli bir biçimde sağlanması açısından da Akdeniz bölgesi önemlidir. Diğer bir deyişle, Avrupa Birliği, her açıdan kendi arka bahçesini yaratmaktadır. Türkiye için yeni koşullarda biçilen rol ise, bu arka bahçede yer almaktır.
Avrupa Birliği, gerek tek tek ülkeler, gerek bütünlük olarak, Akdeniz bölgesine geçmişte de önem vermişti. Ancak Sovyet sisteminin çöküşü, Avrupa Birliği’nin bu bölgeye ilişkin politikalarında köklü değişikliklere yol açtı. Almanya, gerek Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesiyle, gerek de Avrupa Birliği’nin orta ve doğu Avrupa’ya doğru genişleme sürecine girmesiyle, Avrupa Birliği içindeki gücünü artırdı. Fransa ve İtalya ise, Avrupa Birliği içindeki bu yeni dengeyi bir parça değiştirmek amacıyla, Akdeniz bölgesindeki ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi konusuna ağırlık verdi. Ayrıca, Avrupa Birliği’nin bütününün, Akdeniz’de hakimiyet kurulmasından büyük çıkarı vardı.
16 Nisan 1999 günü Stuttgart’ta yapılan ve Avrupa Birliği’nin üst düzey yetkililerinin katıldığı bir toplantıda, açık oturumu yöneten yetkili, Roma İmparatorluğu’ndan beri ilk kez Akdeniz’de bir bütünlüğün sağlandığından açıkça söz etti ve Akdeniz için, birkaç kez, Latince “mare nostrum” (bizim deniz) kavramını kullandı . Bugün yaşanan süreç gerçekten Roma İmparatorluğu’nun yeniden kurulması, Akdeniz’in, “Avrupa Birliği İmparatorluğu” için “mare nostrum” olmasıdır. Türkiye’nin imparatorluğun karar alma mekanizmalarında yer alması, Avrupa Birliği’ne tam üye olması söz konusu değildir.
Ayrıca, ekonomik alanda Avrupa Birliği’nin istekleri ile IMF ve Dünya Bankası’nın isteklerinin çoğu benzer niteliktedir. Avrupa Birliği’nin MEDA (Akdeniz) fonlarından yararlanmanın önkoşulu, IMF ve Dünya Bankası’nın onayladığı programları uygulamaktır. “Avrupa-Akdeniz Ortaklığı Çerçevesinde Ekonomik ve Toplumsal Yapıların Reformuna Eşlik Edecek Mali ve Teknik Önlemler Konusundaki 23 Temmuz 1996 tarihli Konsey Tüzüğü” (EC.No.1488/96) bu önkoşulu şöyle belirtmektedir :
“Bu destekleme programlarından faydalanacak ülkelerin aşağıda belirtilen yeterlilik ölçütünü sağlamış olmaları gerekmektedir: İlgili ülke, makro-ekonomik düzeydeki reformların etkinliği ve ölçüsü ile uyum içerisindeki, Bretton-Woods kurumları (IMF, Dünya Bankası, y.k.) tarafından onaylanmış bir reform programını gerçekleştirmeli veya bu kurumlarla uyum içinde benzer olan programları, onlar tarafından finansman destekleri şart olmasa da, uygulamalıdır.” (M.2/A/I/b)
Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi üyeliğe alarak yetkili organlarda nüfusu oranında temsil edilmesini sağlama gibi bir niyeti kesinlikle yoktur. Amaç, Avrupa sermayesinin gümrük birliği ile elde ettiği imkanları daha da geliştirmek, Türkiye’nin ulusal egemenliğini dikkate almamak, Türkiye’yi Yugoslavyalaştırmaktır. Avrupa sermayesi, geçmişte dünyanın birçok bölgesinde ve kısa bir süre önce Yugoslavya’nın parçalanmasına katkısında sağladığı deneyimi Türkiye’de de değerlendirme çabası içindedir. Bu anlayışın insan haklarıyla ve demokrasiyle bağdaştırılabilmesi mümkün değildir. Türkiye’yi sömürgeleştirme çabası içinde olanların insan hakları ve demokrasi konularında söyledikleri de başka amaçlıdır. Bizlere düşen görev, ulusötesi sermayenin ve Avrupa sermayesinin bu oyunlarına karşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğüne ve bağımsızlığına ve laik ve demokratik sosyal hukuk devletine sahip çıkmak, ulus-devleti daha da demokratikleştirerek ve şeffaflaştırarak güçlendirmektir.
Avrupa Birliği Nedir?
Avrupa Birliği, Avrupa Birleşik Devletleri’ni oluşturma projesidir. Ancak bugüne kadar Avrupa Birliği’nin uyguladığı politikalar, Avrupa sermayesinin politikaları olmuştur.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Avrupa’dan çıktı ve öncelikle Avrupa’yı tahrip etti. Her iki dünya savaşının sonunda da komünist partilerinin iktidara geldiği ülke sayısı arttı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra komünistlerin yönlendirdiği ayaklanmalardan yalnızca Sovyetler Birliği’nde gerçekleşeni iktidarda kalabildi. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği yayılmacı bir politika izledi ve özellikle savaş döneminde direniş hareketlerinde komünistlerin üstlendiği önemli rolü de kullanarak, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyetler Birliği’nin denetimindeki komünist partilerinin iktidara gelmesini sağladı. Ayrıca, Yugosyavya ve Arnavutluk’ta Sovyetler Birliği’nden bağımsız komünist partileri iktidara geldi. Yunanistan’da ise büyük bir iç savaş başladı. Ayrıca, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde koalisyon hükümetlerinde komünistler de yer aldı.
1947 yılında Soğuk Savaş başladı. 1949 yılında NATO kuruldu. Soğuk Savaş’ın sendikal alandaki ayağı olan Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) da, 1945 yılında kurulmuş olan Dünya Sendikalar Federasyonu’ndan ayrılmış olan sendikalarla (Soğuk Savaş sürecinde bölünen sendikaların da katılımıyla) 1949 yılında oluşturuldu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının kapitalist dünyasındaki tek ve tartışılmaz önder durumunda olan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa’da komünistlerin ve Sovyetler Birliği’nin hakim olmasını önlemek için, Truman Doktrini çerçevesinde Marshall Yardımını başlattı. Avrupa’dan kaynaklanan her savaş hem Avrupa’yı tahrip etmiş, hem de komünistlerin çeşitli ülkelerde iktidara gelmesine yolaçan şartları oluşturmuştu. Bu durum hem ABD’yi, hem de Avrupa’da çeşitli kesimleri rahatsız ediyordu. ABD’nin ve Avrupa’da kurulu düzen yanlılarının çıkarlarının korunabilmesi için, Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin kontrolunda olmayan bölgelerde yeni bir savaşın mutlaka önlenmesi gerekiyordu.
Bu doğrultudaki ilk adım, ABD’nin de desteğiyle, 1951 yılında atıldı. Savaş sanayiinin temeli, demir ve çeliktir. Savaşın nedenlerinden biri de, demir ve çelik kaynakları üzerindeki anlaşmazlıklardı. Her iki dünya savaşında da Almanya ile Fransa arasındaki anlaşmazlık önemliydi. Bu nedenlere bağlı olarak, öncelikle Almanya ve Fransa’daki kömür ve çelik kaynaklarının ulusal egemenliğin dışına çıkarılması, bir uluslarüstü kuruma devredilmesi kararlaştırıldı.
Ayrıca, Avrupa Birliği ülkelerinde sınıf çatışmalarını önleyecek, sınıflar arasındaki çelişkileri yumuşatacak bir strateji belirlendi. “Avrupa Sosyal Modeli” biçiminde ifade edilen bu anlayış, Avrupa Birliği ülkelerinin sömürgelerinde halklara en acımasız bir biçimde davranılırken, Avrupa işçilerine insanca yaşama ve çalışma koşullarının sağlanmasını temel alıyordu. İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika gibi Avrupa ülkeleri, sömürgelerinden ancak buralardaki kurtuluş mücadeleleri sonrasında vazgeçmek zorunda kaldılar. Avrupa emperyalizmi, kendi içindeki çelişkileri yumuşatmak için, sömürgelerdeki acımasız sömürüsünden etkili bir biçimde yararlandı. “Avrupa Sosyal Modeli” olarak sunulan anlayış ve uygulamanın temelinde sömürgecilik vardı. Sömürgelerdeki sömürü ve baskı ile Avrupa’daki “sosyal model” birlikte gelişti.
1951 yılında imzalanan Paris Sözleşmesi ile kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, bu doğrultudaki ilk adımı oluşturdu. 1954 yılında ise Batı Avrupa Birliği (BAB) doğdu.
Avrupa Birliği önce Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak 1957 yılında Roma Antlaşması ile 6 ülke tarafından kuruldu (Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda). 1973 yılında Danimarka, İrlanda ve İngiltere, 1981 yılında Yunanistan, 1986 yılında İspanya ve Portekiz katıldı. Berlin Duvarı’nın 1989 yılında yıkılmasından sonra, eski Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni oluşturan bölgelerin Federal Almanya’ya katılması ile yeni bir genişleme yaşadı. 1995 yılında Avusturya, Finlandiya ve İsveç katıldı.
Avrupa Birliği’nin Avrupa Birleşik Devletleri’ne doğru evrilişi özellikle Sovyet sisteminin 1989-1991 yıllarında çöküşünün ardından hızlandı. 1986 yılında Avrupa Tek Senedi imzalandı. Böylece, üye devletler arasında kişilerin, malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı tam olarak sağlandı. 1992 yılında imzalanan Maastricht antlaşması ile kuruluşun adı Avrupa Birliği olarak değiştirildi; tek para birimine geçilmesi kararlaştırıldı; “Avrupa vatandaşlığı” kavramı getirildi. 1997 yılında imzalanan Amsterdam antlaşması ile Avrupa vatandaşlarının hakları güçlendirildi ve Avrupa Birliği’nin Orta ve Doğu Avrupa doğrultusundaki genişleme perspektifi de dikkate alınarak, kurumsal ve siyasal yapıların güçlendirilmesi amaçlandı.
1993 yılında ise üyelik konusunda Kopenhag kriterleri getirildi.
Avrupa Birliği devlet ve hükümet başkanlarınin Lüksemburg zirvesinde alınan karar doğrultusunda, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Macaristan, Polonya, Estonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya ile üyelik görüşmeleri başladı. Romanya, Slovakya, Letonya, Litvanya ve Bulgaristan’la da görüşme hazırlıkları sürdürülüyor.
1954 yılında oluşturulan Batı Avrupa Birliği’nin, Avrupa’nın askeri gücü olması düşünülüyordu. Ancak, Soğuk Savaş koşullarında bu niyet gerçekleşmedi. 1980’li yıllarda “Avrupa savunmasının Avrupalılaştırılması” düşüncesi yeniden önem kazandı. Türkiye, 13 Nisan 1987 tarihinde, Batı Avrupa Birliği’ne katılma niyetini açıkladı. Ancak Türkiye’nin bu başvurusu olumlu karşılanmadı, Türkiye tam üyeliğe burada da alınmadı. Sovyet sisteminin çökmesi sonrasında Avrupa Birliği bu konuda da yeni adımlar attı. Maastricht’te varılan uzlaşma sonrasında, Avrupa Birliği Antlaşması ile, Avrupa Ortak Dış ve Güvenlik Politikasının kapsamına savunma politikasının da katılması ve bunun ilerde ortak bir savunma örgütüne dönüştürülmesi kararı alındı. BAB Bakanlar Konseyi’nin 19 Haziran 1992 tarihinde Bonn’da yapılan toplantısında, BAB’a tam üye olabilmek için AB üyeliği koşulunun aranacağı belirtildi. Ayrıca 1997 yılındaki Amsterdam Antlaşmasından sonra Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği ele alındı .
Avrupa Birliği devlet ve hükümet başkanlarının 1999 yılı Aralık ayındaki Helsinki Zirvesinde, 2003 yılına kadar Avrupa Birliği ülkelerinin 60 günlük süre içinde ve en az bir yıl süreyle hizmet yapacak biçimde 50 – 60 bin kişilik bir askeri gücü seferber edebilmesi için çalışma yapılması kararı alındı. Avrupa Birliği, bu askeri gücün NATO olanaklarını istediği zaman kullanabilmesini istediler. Ancak Türkiye’nin direnmesi sonucunda bu çabaları başarısızlıkla sonuçlandı.
Avrupa Birliği’ni oluşturan 15 ülkenin toplam yüzölçümü 3 milyon 191 bin kilometre kare iken. Hindistan’ın yüzölçümü 3 milyon 288 bin, Avustralya’nın yüzölçümü 7 milyon 687 bin, ABD’nin yüzölçümü 9 milyon 629 bin, Çin’in yüzölçümü 9 milyon 597 bin, Kanada’nın yüzölçümü 9 milyon 976 bin, Rusya’nın yüzölçümü ise 17 milyon 75 bin kilometre karedir. Diğer bir deyişle, Avrupa Birliği’nin yüzölçümü azdır .
Avrupa Birliği’ni oluşturan 15 ülkenin toplam nüfusu 374,6 milyondur. Buna karşılık, ABD’nin nüfusu 270 milyon; Japonya’nın nüfusu 126 milyondur. Ancak Avrupa Birliği’nin önemli bir sorunu vardır. Nüfusları hızla yaşlanmaktadır. Bunun nedeni bir taraftan ortalama ömrün uzaması, diğer taraftan çocuk sahibi olma eğiliminin zayıflaması ve doğum oranlarının düşmesidir. Avrupa Birliği’nin 15 ülkesinde erkeklerde doğuşta ortalama ömür beklentisi 1970 yılında 68,4 yıl iken, 1997 yılında 74,5 yıl olmuştur. Kadınlarda bu sayılar 1970 yılında 74,7 iken 1997 yılında 80,8 idi. Ancak kadın başına çocuk sayısı 1970 yılında 2,38 iken, 1997 yılında 1,45’e gerilemiştir. Avrupa Birliği’nin nüfusu yaşlanmakta ve azalmaktadır. Yaşlanan insanların giderek artan bakım giderlerinin karşılanması büyüyen mali yükler getirmektedir.
Genç nüfusun azalmasına rağmen Avrupa Birliği’nde ciddi bir işsizlik sorunu vardır. İşsizlik artık yapısal bir nitelik kazanmıştır. 15 ülkede işsizlik oranı 1990 yılında yüzde 8’di. 1994-1997 döneminde yüzde 11 dolaylarındaydı. 1998 yılında ise yüzde 10’a indi.
Avrupa Birliği’nde istihdam içinde tarım sektörünün payı çok düşüktür. 1998 yılında istihdam edilenlerin yalnızca yüzde 4,7’si tarımdaydı. Türkiye’de bu oran yüzde 43’tür.
Avrupa Birliği bir süreç içinde Avrupa Birleşik Devletleri’ne evrilmektedir; ancak kendi içinde de önemli çelişkiler yaşamaktadır. Örneğin, Federal Almanya, 1989 yılında Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin dağılarak kendisine katılması sonrasında daha da güçlenmiş ve Avrupa Birliği’nin politikalarının belirlenmesinde daha etkili olmaya başlamıştır. Avrupa Birliği’ne devredilecek karar yetkileri ve Birlik’in genişlemesi konusunda da önemli iç çelişkiler vardır.
Avrupa Birliği’nin üç önemli organı, Avrupa Birliği Konseyi, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu’dur.
Avrupa Birliği Konseyi (Bakanlar Konseyi):
Avrupa Birliği’nin yasama organı Avrupa Birliği Konseyi’dir (Bakanlar Konseyi olarak da isimlendirilmektedir). Avrupa Birliği Konseyi’nde toplam 87 oy ülkelere göre aşağıdaki biçimde dağılmaktadır: 10 oyu olan ülkeler: Almanya Fransa, İtalya, İngiltere. 8 oyu olan ülke: İspanya. 5 oyu olan ülkeler: Belçika, Yunanistan, Hollanda, Portekiz. 4 oyu olan ülkeler: Avusturya, İsveç. 3 oyu olan ülkeler: İrlanda, Danimarka, Finlandiya. 2 oyu olan ülke: Lüksemburg.
Avrupa Birliği Konseyi her üye ülkenin belirli bir konuda görevlendireceği bakanlardan oluşmaktadır. Diğer taraftan, AB ülkelerinin devlet ve hükümet başkanları 1974 yılından beri yılda en az iki kez toplanarak (“Avrupa Zirvesi”), Avrupa Birliği’nin genel politikalarını belirlemektedir.
Avrupa Birliği Konseyi’nde bazı kararlar oybirliğiyle, bazı kararlar 62 oyla alınmaktadır. AB Konseyi’nin kabul ettiği yönetmelikler tüm ülkelerde derhal uygulanır. AB Konseyi’nin kabul ettiği yönergeler tüm ülkeler için bağlayıcıdır; ancak bunların uygulanması ulusal mevzuatta bir düzenleme yapılmasıyla gerçekleştirilir. AB Konseyi’nin kararları yalnızca ilgili ülkeyi bağlar. AB Konseyi’nin tavsiye ve görüşleri ise bağlayıcı değildir.
Avrupa Komisyonu:
Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği’nin yürütme organıdır, hükümetidir. Avrupa Komisyonu’nun 20 üyesi vardır. Üyeler bu göreve getirildikten sonra kendi ülkeleri ile ilişkilerini keserler. Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve İngiltere’den 2’şer, Avrupa Birliği’nin diğer ülkelerinden 1’er kişi Avrupa Komisyonu’na atanır. Avrupa Komisyonu’na bağlı olarak (Avrupa Birliği görevlisi) 16 bin kişi çalışmaktadır.
Avrupa Parlamentosu:
Avrupa Birliği’nin oluşum sürecinin ilk aşamalarında Avrupa Parlamentosu yalnızca bir danışma organıydı. Ancak zaman içinde bu rol gelişti. 1986 yılındaki Tek Senet, 1992 yılındaki Avrupa Birliği Antlaşması ve 1997 yılındaki Amsterdam Antlaşması ile Avrupa Parlamentosu’nun sorumluluklarının kapsamı genişletildi ve yetkileri artırıldı. Günümüzde yeni üyelerin kabulünde, diğer ülkelerle ortaklık anlaşmalarının imzalanmasında, bütçenin kabulünde ve benzeri konularda Avrupa Parlamentosu’nun onayı aranmaktadır.
Avrupa Parlamentosu, AB üyesi ülkelerde yapılan seçimlerde seçilen milletvekillerinden oluşmaktadır. Her ülke 5 yılda bir nüfusu ile bağlantılı bir sayıda milletvekili seçmektedir. Avrupa Birliği’nin bugünkü üyeleri ve Avrupa Parlamentosu’ndaki temsilci sayıları (toplam 626) şöyledir:
Ülke Milletvekili Sayısı
Almanya 99
Fransa 87
İtalya 87
İngiltere 87
İspanya 64
Hollanda 31
Belçika 25
Yunanistan 25
Portekiz 25
İsveç 22
Avusturya 21
Danimarka 16
Finlandiya 16
İrlanda 15
Lüksemburg 6
Türkiye Avrupa Birliği’ne tam üye olursa, Avrupa Parlamentosu’nda 90 dolaylarında milletvekili ile temsil edilecek ve bu milletvekilleri Avrupa Birliği’nin bütünü konusunda söz hakkına sahip olacaklardır. Avrupa Birliği bunu kabullenememektedir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile İlişkileri Nasıl Gelişti?
Türkiye 31 Temmuz 1959 tarihinde, Yunanistan’ın yaptığı başvurunun hemen ardından, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) üyelik için başvuruda bulundu. AET, Türkiye’nin gelişmişlik düzeyinin tam üyelik için yeterli olmadığını ileri sürdü ve bir “ortaklık ilişkisi” önerdi. Bu öneri kabul edildi ve Türkiye ile AET arasında 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalandı. Bu Anlaşma 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girdi .
Ankara Anlaşması’nın giriş bölümünde “Türk halkının yaşama seviyesini iyileştirme çabasına, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun getireceği desteğin, ileride Türkiye’nin Topluluğa katılmasını kabul ederek…” cümlesi bulunmaktadır. Ayrıca, Anlaşmanın 28. maddesinde şöyle denilmektedir: “Anlaşmanın işleyişi, Topluluğu kuran Andlaşmadan doğan yükümlerin tümünün Türkiye tarafından üstlenebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye’nin Topluluğa katılması olanağını incelerler.”
Ankara Anlaşması sonrasında Türkiye ile AET arasında çeşitli ortak organlar oluşturuldu. Ortaklık ilişkisinin karar organı Ortaklık Konseyi’dir. Ortaklık Konseyi, T.C.Hükümetinden üyeler ile Topluluk üyesi Devletlerin Hükümetleri, Topluluk Konsey ve Komisyonu üyelerinden oluşmaktadır. Kararlar oybirliğiyle alınmaktadır. Ortaklık Komitesi, Ortaklık Konseyi’nin çalışmaları için ön hazırlıkları yapan bir yardımcı organdır. Karma Parlamento Komisyonu, TBMM ve Avrupa Parlamentosu’ndan 18’er üyeden oluşmakta ve tavsiye niteliğinde kararlar alabilmektedir.
Ankara Anlaşmasına göre, Türkiye ile AET arasındaki ilişkilerde önce bir hazırlık döneminden geçildi. Hazırlık dönemi 1 Aralık 1964 tarihinde başladı.
23 Kasım 1970 tarihinde imzalanan ve 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ise, hazırlık dönemini bitirdi ve geçiş dönemini başlattı. Katma Protokola göre Türkiye, AET’den yapacağı sanayi ürünleri ithalatında, gümrük vergilerini 12 yıl içinde sıfırlayacaktı. Ancak bazı ürünlerde gümrük vergilerini kaldırma süresi 22 yıl olabilecekti. Türkiye, bu yükümlülüklerini 1973 ve 1976 yıllarında yerine getirdi; ancak 1978 yılında gümrük vergisi indirimlerini durdurdu. 10 yıl süreyle indirim yapılmadı. 1988 yılında gümrük vergisi indirimleri yeniden uygulanmaya başladı.
Türkiye 14 Nisan 1987 tarihinde Avrupa Topluluğu’na tam üyelik başvurusunda bulundu. Avrupa Komisyonu bu başvuruya, ikibuçuk yıl sonra, bir raporla cevap verdi. Bu rapor, AT Bakanlar Konseyi’nin 5 Şubat 1990 tarihli toplantısında onaylandı. Bu rapora göre, Avrupa Komisyonu, yeni katılma görüşmelerinin başlamasını yerinde bulmuyordu. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin tam üyelik başvurusu kabul görmedi.
Avrupa Birliği, Türkiye’nin 14 Nisan 1987 tarihli başvurusundan sonra Türkiye’yi kamuoyu önünde yıpratmaya yönelik sistemli bir propaganda başlattı ve üyeliğe kabulü geciktirmek amacıyla çeşitli gerekçeler üretti. Bu gerekçeler Avrupa Birliği’nin tutarsızlıklarını ve çifte standart uygulamalarını da göstermektedir. Örneğin, Türkiye’nin Yunanistan’la ilişkilerindeki sorunlar, Türkiye’nin tam üyeliğe kabulünde bir engel olarak gösterilmektedir. Ancak bu sorunlar, Yunanistan’ın tam üyeliğe kabulünde bir sorun olarak ortaya atılmamıştır. Aynı durum Kıbrıs konusunda da geçerlidir. Avrupa Topluluğu ve daha sonra Avrupa Birliği, Kıbrıs’ta yaşanan sorunları Türkiye’nin tam üyeliğinin önündeki en önemli engeller arasında saymaktadır. Ancak bu sorunlar, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs ile tam üyelik görüşmelerini başlamasına engel olmamaktadır. Ayrıca, Avrupa Birliği, uluslararası hukuku çiğneyerek Güney Kıbrıs’la üyelik görüşmelerine başlamıştır; çünkü, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın aynı zamanda üye olmadığı hiçbir uluslararası yapıya Kıbrıs Cumhuriyeti üye olamaz. Yunanistan’ın tam üyeliğe geçiş sürecinde verdiği taahhüt (Yunanistan’ın üyeliğinin Türkiye – AB ilişkilerini etkilemeyeceği taahhüdü) unutulmaktadır . Avrupa Birliği, işine geldiği zaman hukuktan söz etmekte, işine gelmediği zaman hukuku çiğnemektedir.
Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun kabul edilmemesinin ardından, ortaklık ilişkisinin son aşaması olan gümrük birliğine geçme konusunda çalışmalar başlatıldı. 9 Kasım 1992 tarihli Ortaklık Konseyi toplantısında, gümrük birliğinin 1995 yılında gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. 1993 ve 1994 yıllarında yapılan teknik çalışmaların ardından, Ortaklık Konseyi’nin 6 Mart 1995 tarihli toplantısında gümrük birliğine 31 Aralık 1995 tarihi itibariyle girilmesine ilişkin 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı kabul edildi. Bu karar Avrupa Parlamentosu’na sunuldu. Avrupa Parlamentosu 13 Aralık 1995 günü yaptığı oylamada, bu kararı onayladı. 22 Aralık 1995 günü imzalanan metinle de uygulamanın esasları belirlendi. Böylece, 31 Aralık 1995 tarihinde Ankara Anlaşmasının öngördüğü son aşama olan “son dönem” başladı; Türkiye, Avrupa Birliği ile gümrük birliğine girdi.
Bu yeni düzenleme ile Türkiye’nin üstlendiği yükümlülükler arasında şunlar da bulunmaktadır:
– Türkiye, Topluluk üyesi olmayan ülkelere karşı, Topluluk mevzuatına uygun tedbirleri uygulayacaktır. Buna göre, Türkiye, diğer ülkelere karşı dış ticaret politikası konusundaki egemenlik haklarını, kendisinin temsil edilmediği Avrupa Birliği organlarına teslim etmiştir. Gümrük birliği ile Türkiye’nin ulusal egemenliği büyük zarar görmüştür.
– Türkiye devlet tekellerini kaldıracaktır.
Aşağıda daha ayrıntılı olarak ele alınacağı gibi, gümrük birliği ilişkisinden Avrupa Birliği yararlanmıştır.
Avrupa Birliği devlet ve hükümet başkanlarının 12-13 Aralık 1997 tarihlerinde Lüksemburg’da yapılan zirve toplantısında aday ülkeler belirlendi. Türkiye bu listeye dahil edilmedi. Zirvede, Kıbrıs, Macaristan, Polonya, Estonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya ile görüşmelerin 1998 yılı ilkbaharında başlaması; Romanya, Slovakya, Letonya, Litvanya ve Bulgaristan ile görüşmelerin daha sonra başlatılması kararlaştırıldı. Zirve kararlarında Güney Kıbrıs Rum Kesimi temsilcilerinden Kıbrıs Cumhuriyeti olarak söz edildi ve kendilerinden, görüşmelere katılacak delegasyonda Kıbrıs Türk toplumunun temsilcilerinin bulunmasını uygun görmesi istendi. Türkiye’yi oyalamak için de “Türkiye İçin Avrupa Stratejisi” adıyla bir bölüm kondu.
Lüksemburg Zirvesinde Türkiye’ye ilişkin olumsuz bir tavrın benimsenmesinin ve Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerinin başlatılmasına karar verilmesinin ardından, Türkiye, Avrupa Birliği ile siyasi diyaloğu dondurdu, ilişkileri gevşetti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkileri daha da geliştirecek adımlar attı.
Avrupa Birliği konusunda yıllardır dürüst ve yurtsever bir çizgi izleyen Erol Manisalı, Lüksemburg Zirvesi’ni şöyle değerlendirmektedir :
“AB Lüksemburg doruğunda Türkiye’ye karşı büyük bir ‘taktik hata’ yaptı: Gerçek tutumunu açık açık sergiledi ve Türkiye’ye geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri’nde yer vermeyeceğini ‘belli etti’: Bu taktik hata AB aleyhine şu sonuçları doğurmaya başladı:
“(1) Avrupa’dan kurumsal olarak dışlandığını gören Ankara, Amerika ile sürmekte olan yakınlaşmayı “hızlandırdı” ve ilişkiler stratejik bir ortaklığa doğru gitmeye başladı. Bu gelişmeler uzun dönemde AB’nin bölgesel çıkarları ile hiç mi hiç bağdaşmıyordu. Özellikle Almanya ve Fransa bundan rahatsızdı.
“(2) AB’nin 1997 Lüksemburg doruğunda Türkiye’ye karşı gösterdiği ‘dışlama’ tutumu Türkiye’de meseleyi yeni yeni anlamaya başlayan birçok çevrenin gözünü açtı. Gümrük Birliği’nin gözden geçirilmesi gerektiği öne sürülmeye başladı. Oysa AB, Gümrük Birliği’ndeki tek yanlı bağlayıcılıktan çok memnundu. İşler AB lehine yürüyordu. Ve durumun sürdürülmesi için, çatlak ses çıkmaması gerekti.”
Bu ve benzeri gelişmelere bağlı olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özellikle de 1998 sonrasında, dış ilişkilerinde daha bağımsızlıkçı bir çizgi izlemeye, özellikle Rusya’daki temel politika değişikliğinin ardından çokkutuplulaşan dünyada ilişkilerini çeşitlendirmeye başladı. Lüksemburg Zirvesi’nde Avrupa Birliği’nin iyice açığa çıkan tavrı, Türkiye’deki ulusal bağımsızlıkçı eğilimleri daha da güçlendirdi.
Türkiye’nin bu bağımsızlıkçı tavrı Avrupa Birliği üzerinde etkili oldu. Ayrıca, 1998-1999 yıllarında Rusya’da da Batı yanlılarının iktidardan uzaklaştırılması, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yeniden yeşil ışık yakmasında önemli bir rol oynadı . Avrupa Birliği devlet ve hükümet başkanlarının 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki’de yapılan zirve toplantısında Avrupa Birliği’nin tavrı değişti. Zirve bildirisinde Türkiye’deki “olumlu gelişmeler”in memnuniyetle karşılandığı belirtilerek, Türkiye’nin diğer aday devletlere uygulanan kriterler temelinde Avrupa Birliği’ne katılacak olan bir aday devlet olduğu belirtildi.
Ancak bu olumlu gibi sunulan hava yalnızca bir yıl sürdü. 8 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan Türkiye raporunda, 15 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nda kabul edilen Türkiye’ye ilişkin kararda ve 7-9 Aralık 2000 tarihlerinde Nis’te yapılan AB devlet ve hükümet başkanları zirvesinde, Avrupa Birliği’nin bölücü tavrı ve talepleri sürdü. Kıbrıs, kısa vadede çözüme kavuşturulması gereken sorunlar arasına katıldı. Ege Denizine ilişkin sorunlar da orta vadede çözüme kavuşturulması gereken konular arasına alındı. Diğer taraftan, Türkiye’yi bölmeyi amaçlayan koşullar yerine getirilse bile, Türkiye ile üyelik görüşmelerinin 2010 yılına kadar başlamayacağı, bu ve daha sonraki tarihler için de bir garantinin olmadığı ortaya çıktı.
Türkiye konusunda Avrupa Birliği tarafından hazırlanan ilerleme raporu ve katılım ortaklığı belgesi Türkiye’de büyük tepki çekti. Avrupa Birliği’nin talepleri, ülkemizdeki ulusalcı güçler tarafından sert biçimde eleştirildi. Hükümet, katılım ortaklığı belgesinde yer alan taleplerin yerine getirilmesine ilişkin olarak Avrupa Komisyonu’na vermesi gereken ulusal programı zamanında hazırlayamadı. Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri Nis Zirvesi sonrasında yeniden bir soğuk döneme girdi.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye Yönelik Politikası Neden ve Nasıl Değişti?
Günümüzde Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin büyük bir çoğunluğu Türkiye’yle ilişkilerin başından beri sınırlı tutulmasından yanaydı. Bir dönemin ifadesiyle, “onlar ortak, biz pazar” idik. Bu yaklaşım dönem dönem değişik biçimlerde sunulsa bile, Avrupa devletleri Türkiye’yi aralarına eşit hak ve özgürlüklere sahip bir devlet olarak almak yerine, Türkiye ile bir ast-üst ilişkisi kurmaya çalıştı. Soğuk Savaş yıllarında unutulmuş gibi gözükse bile, Avrupa sermayesi ve devlet adamları, Ulusal Kurtuluş Savaşımızla yırttığımız Sevr Antlaşmasını bir türlü unutamadı. Sovyet sisteminin çökmesi sonrasında Türkiye’yi tam üyeliğe kabul etmeme, başka gerekçelerle birlikte, açık devlet politikası haline dönüştürüldü. Aşağıda bazı örnekleri verilen birçok açık kanıta rağmen, Türkiye’de büyük sermaye ve bazı politikacılar, Avrupa Birliği ile ilişkilerde tam bağımsızlığı temel alan bir çizgi izlemediler.
1989 yılı Aralık ayında, Avrupa Komisyonu’nun o dönemki başkanı Jacques Delors, Türkiye’nin adını açıkça belirtmemekle birlikte, Avrupayı Hristiyanlık, Roma hukuku ve Yunan hümanizminin bir ürünü olarak ifade ediyordu. 1997 yılı Mart ayında ise Avrupa Halk Partisi’nin hristiyan demokrat hükümet liderleri toplantısından sonra, “Avrupa’nın kültürel, insancıl ve Hristiyan değerlerinin, Türkiye’nin değerlerinden farklı olduğu” ve buna göre de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasına izin verilmemesi gerektiği belirtildi. Hollanda’da Liberal Parti’nin eski lideri Frits Bolkestein ise Türkiye’nin, tarihsel ve kültürel nedenlerle Avrupa Birliği üyeliğine ehil olmadığı görüşünü ileri sürdü .
Almanya’da bir süre önce iktidarı oluşturan CDU/CSU koalisyonu Meclis Grubu Başkanı Wolfgang Schaeuble şöyle diyordu :
“Türkiye’ye kesinlikle AB üyesi olamayacağı söylenmelidir. Böylece Türkiye’ye iyilik yapmış oluruz… AB adayları olarak sadece Avrupa-Hristiyan geleneğine sahip ülkeler söz konusu olabilir. Müslüman Türkiye ve Asyalı Rusya AB üyesi olamaz.”
W.Schaeuble 1995 yılında Davos toplantısında da şöyle konuşuyordu :
“Avrupa Birliği’nin sınırları Avrupa’nın coğrafi sınırlarında biter. Türkiye bu yüzden Avrupa Birliği’ne üye olamaz… Avrupa Birliği sulandırılarak bir serbest ticaret bölgesi haline getirilemez. Türkiye, Avrupalı bir ülke değildir. Türkiye nasıl olsa AB’ne kabul edilmeyecek; o halde artık Türkiye’ye karşı dürüst davranılmalı ve iki yüzlü politikalardan vazgeçilmelidir.”
Türkiye’ye aday üye statüsünün tanındığı günlerde yayınlanan bir yazıda, Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından Giscard d’Estaing şunları söylüyordu :
“Türkiye’ye gerçek durum söylenmiyor. Türkiye’nin adaylığını kabul edelim, diyenlerin gerçek eğilimi, Türkiye’nin AB’ye asla üye olmayacağı yönünde.”
Helsinki Zirvesi sonrasında, Almanya’daki Hristiyan Sosyal Birlik Partisi’nin yıllık toplantısında Türkiye’nin AB ile ilişkileri görüşüldü ve toplantı sonrasında şu açıklama yapıldı :
“Türkiye’nin AB’ye tam üye olması, Birlik için çok ciddi bir tehlike. Bu nedenle Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı çıkıyoruz. Ancak Türkiye, Avrupa için stratejik bir öneme sahip. Bu nedenle Türkiye’nin Avrupa’dan kopmaması ve başka bir sisteme yönelmemesi için de özel bir formül bulunarak Avrupa’nın yanında tutulmasını istiyoruz.”
Almanya’nın eski başbakanlarından Helmut Schmidt 8 Nisan 2000 tarihli bir toplantıda şunları söylüyordu :
“Avrupa’nın geleceğinde ne olursa olsun Türkiye’nin yeri yoktur. 70 milyon Türk vatandaşını, Avrupa içinde serbestçe dolaştıramayız. Avrupa’nın İran, Irak, Suriye gibi ülkelerle sınır komşusu olmasını kabul edemeyiz.”
Schmidt, Avrupa’nın Kendini İdamesi – 21. Yüzyıl İçin Perspektifler isimli kitabında da, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmaması gerektiğini savunmaktaydı .
Konunun uzmanlarından Prof.Dr.Rıdvan Karluk’un değerlendirmesi de, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi üye almayacağı biçimindedir :
“Görünüşte AB üyesi ülkelerin büyük bir çoğunluğu Tükiye’nin Birliğe katılmasına karşı olmadıklarını belirtiyorlarsa da gerçekte, Türkiye’nin üyeliğini hiçbir Topluluk üyesi ülke ile Komisyon istememektedir… AB, bir ‘gümrük birliği’ ilişkisi çerçevesinde Türkiye’yi kendi nüfuz alanı içinde görme arzusundadır.”
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde sürekli olarak gözardı edilen önemli bir gelişme, “Barselona Süreci”dir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğine ilişkin tartışmalar, Barselona Süreci hesaba katılmazsa, havanda su döğmektir. Barselona Süreci, Avrupa Birliği’nin kendisine bir arka bahçe oluşturma çabasıdır. Türkiye’nin yeri artık kesin bir biçimde bu “arka bahçe”dedir. Avrupa Birliği, Barselona Süreci ile bu arka bahçede temizlik ve düzenleme yapmaktadır. Bir yeni “yeni sömürgecilik” söz konusudur.
1989 yılı Kasım ayında Berlin Duvarının yıkılmasının ve Sovyet sisteminin çökmesinin ardından bazı Orta Avrupa ülkeleri Avrupa Birliği’ne katılma başvurusunda bulundu. Daha önce belirtilen bazı dinamikler de, Avrupa Birliği’nin Akdeniz bölgesiyle ilişkilerini yeniden düzenlemesini gündeme getirdi. Avrupa Birliği ile Akdeniz ülkeleri arasındaki ilişki 1970’li ve 1980’li yıllarda ticari tavizler, mali işbirliği ve proje yardımlarına dayanıyordu. Avrupa Birliği bu politikayı değiştirmeye girişti; diğer bir deyişle, Sovyet sisteminin çöktüğü koşullarda A.B.D.’den daha bağımsız bir biçimde kendi imparatorluğunu kurma sürecini başlattı. Dünyanın iki kutuplu olduğu dönemde, A.B.D.’nin hakimiyetinin fazla dışına çıkamayan Avrupa Birliği, Sovyet sisteminin çöküşü sonrasında A.B.D.’ye karşı güçlenme çabalarını yoğunlaştırdı. A.B.D.’nin Orta Doğu’daki ağırlığı Avrupa Birliği’ni iyice rahatsız etmeye başladı. Tüm bu gelişmeler ve değerlendirmeler sonucunda, Avrupa Birliği yeni bir Akdeniz politikası formüle etti.
Bu politika ilk olarak 1992 yılında Yenilenmiş Akdeniz Politikası adıyla gündeme getirildi. İlk olarak, bölgeye yapılan mali yardım yüzde 50 oranında artırıldı. Bölgesel işbirliği politikaları geliştirildi. “Sivil toplum örgütleri” arasındaki işbirliğini geliştirici adımlar atıldı (bu girişimleri yeni “yeni sömürgeciliğin” toplumsal destek yaratma girişimleri olarak değerlendirmek gerekir). Ayrıca, liberalleşme ve ekonomik reform süreçleri içindeki bazı ülkelere de, yapısal uyum sağlamaları için destek verildi.
Avrupa Birliği ile Akdeniz ülkeleri arasındaki ilişkinin bir “ortaklık” (“partnership”) olarak gündeme getirilmesi, 1992 yılında Lizbon zirvesinde oldu. Bu tavır daha sonraki zirvelerde de sürdürüldü. 1995 Haziran’ında yapılan toplantıda, Avrupa Komisyonu’nun “Avrupa-Akdeniz Ortaklığının kurulması” önerisi kabul edildi.
Bu gelişmelerin ardından 27-28 Kasım 1995 günleri Barselona’da önemli bir toplantı gerçekleştirildi. Avrupa Birliği ülkelerinden Belçika, Danimarka, Almanya, Yunanistan, İspanya, Fransa, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Avusturya, Portekiz, Finlandiya, İsveç ve İngiltere, Akdeniz ülkelerinden de Cezayir, Kıbrıs, Mısır, İsrail, Ürdün, Lübnan, Malta, Fas, Suriye, Tunus ve Türkiye dışişleri bakanları ile Filistin Yönetimi devlet başkanı, Avrupa Birliği Konseyi ve Avrupa Komisyonu temsilcileri ile biraraya geldiler. Bu toplantıda, “Avrupa-Akdeniz Ortaklığı” oluşturuldu. Bir bildiri yayımlandı. Bildiriyi Türkiye adına Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Deniz Baykal imzaladı.
Bu bildiri, işbirliğinin temel hedefinin bir barış ve istikrar bölgesi yaratmak olduğunu ifade etmekteydi. Ayrıca, 2010 yılına kadar tüm bölgeyi kapsayacak bir serbest ticaret bölgesinin kurulması öngörülüyordu. Diğer taraftan, bölgede toplumsal ve kültürel işbirliğinin geliştirilmesi, kültürler ve “sivil toplum örgütleri” arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi arzusu ifade ediliyordu. Avrupa Komisyonu, bu adımla, “Avrupa ile Akdenizli ortakları arasındaki ilişkide tümüyle yeni bir ruhun gündeme geldiğini” belirtiyordu.
Avrupa Birliği, 1995 Kasım’ındaki bu ilk adımla, arka bahçesini çitle çevirdi. Daha sonra da çitle çevrilmiş olan bahçede yeni düzenlemelere girdi. Mali yardım artırıldı. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri için PHARE programı çerçevesinde mali kaynak aktarılırken, Akdeniz ülkeleri için MEDA programı oluşturuldu. Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi 1996 yılı Temmuz ayında MEDA Yönetmeliğini kabul etti. Avrupa Parlamentosu da bir “MEDA-Demokrasi programı” oluşturdu ve bu programdan sağlanan mali kaynaklarla, Akdeniz bölgesindeki 12 ülkede demokratik süreçleri ve ayrıca azınlıkların haklarını korumaya başladı. Diğer taraftan, Akdeniz ülkelerinde liberalleşme ve yapısal uyum programları desteklendi, bu ülkelerin ekonomilerinin Avrupa sistemi ile entegrasyonunu kolaylaştırıcı mekanizmalar geliştirildi. Özel sektörün gücünün artırılması için ek programlar devreye sokuldu. Ayrıca, özelleştirmeyi desteklemek amacıyla yeni programlar geliştirildi.
Türkiye’ye verilen rolün ne olduğu, Barselona süreci ile gümrük birliği sürecinin zaman açısından çakışmasında da açıkça görülmektedir.
Türkiye yıllardır gümrük birliği ile avutulur ve sömürülürken, Barselona süreci ile bir yeni “yeni sömürgeleşme” süreci yaşanmaktadır. Türkiye, eşit hak ve yükümlülüklerle karar alma mekanizmalarında yer aldığı bir ilişki yerine, Avrupa Birliği’nin arka bahçesine mahkum edilmektedir.
Bu durum, Avrupa Komisyonu (Avrupa Birliği’nin hükümeti) tarafından 1998 yılında yayımlanan bir kitapta açıkça ifade edilmektedir. Avrupa-Akdeniz Ortaklığı isimli bu kitapta, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki gümrük birliği sürecinden söz edildikten sonra, şöyle denilmektedir : “Türkiye böylece 1963 yılında Avrupa Topluluğu ile başladığı bir süreci tamamlamaktadır.” Bu ifade, Ankara Anlaşması’nın öngördüğü işbirliğinin sınırları konusunda Avrupa Birliği’nin görüşlerini özetlemektedir. Türkiye’nin tam üyeliği, diğer bir deyişle, Avrupa Birliği’nin yönetiminde eşit hak ve yükümlülüklerle yer alabilmesi söz konusu değildir.
Avrupa Birliği 1990’lı yılların bazı hazırlıklarının ardından 1999 yılında Balkan Paktı’nı gündeme getirdi. Avrupa Birliği, son yıllarda Balkanlardaki bazı gelişmeler karşısında, A.B.D. ve uluslararası finans kurumları ile de bağlantılı olarak, yeni bir Balkan politikası formüle etti ve 1999 yılı ortalarında uygulamaya başladı.
17 Mayıs 1999 tarihinde, Avrupa Birliği Genel İşler Konseyi, Balkan ülkeleri için bir İstikrar Paktının oluşturulmasına karar verdi. Bu İstikrar Paktının amacı, anlaşmazlıkların çözümünün ardından Balkanlarda bir açık ticaret bölgesinin kurulması, ekonomik bir canlanmanın sağlanması ve Avrupa Birliği ile yeni ikili anlaşmaların imzalanmasını içeriyordu.
Avrupa Komisyonu 26 Mayıs 1999 günlü toplantısında Balkan ülkeleriyle bir dizi ikili anlaşma yapma kararını aldı. 3 Haziran 1999 tarihinde Köln’de yapılan Avrupa Bakanlar Konseyi toplantısında, Balkanlara ilişkin İstikrar Paktı projesi onaylandı ve uygulamaya kondu. Bu Pakt, Balkanlar için bir “Marshall Planı” olarak değerlendirildi.
Avrupa Konseyi’nin 26 Mayıs günlü toplantısında yalnızca Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Federal Yugoslavya Cumhuriyeti bu proje kapsamında düşünülüyordu. Ancak projenin kapsamı daha sonra genişletildi. Avrupa Bakanlar Konseyi’nin 3-4 Haziran 1999 günleri Köln’de yapılan toplantısında, İstikrar Paktı için bir de bir Özel Koordinatör atanması kararlaştırıldı. Özel Koordinatör, İngiliz Milletler Topluluğu’ndaki genel valiyi anımsatmaktadır.
10 Haziran 1999 tarihinde Köln’de çok önemli bir toplantı yapıldı. Avrupa Birliği’ne üye devletlerin dışişleri bakanları, Avrupa Komisyonu temsilcileri, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Macaristan, Romanya, Rusya Federasyonu, Slovenya, Makendonya, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nin dışişleri bakanları, AGİT başkanı ve Avrupa Konseyi temsilcisi biraraya geldiler. Bu toplantıya, Kanada ve Japonya temsilcileri ile NATO, OECD, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların temsilcileri de katıldı. Toplantı sonunda bir ortak metin yayınlandı. Yalnızca Türkiye’nin değil, aynı zamanda Balkanların tümünün geleceği açısından son derece önemli olan bu metin, Türkiye’de fazla tartışılmadı.
30 Temmuz 1999 günü de bu ülkelerin devlet ve hükümet başkanları Saraybosna’da biraraya geldiler ve Balkan Paktı ile ilgili yeni bir ortak bildiri yayınladılar.
Uluslararası Çalışma Örgütü ise 21-22 Ekim 1999 günleri Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da 9 ülkenin işçi, işveren, hükümet temsilcilerinin katıldığı bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda da Güney Doğu Avrupa için İstikrar Paktı’nın desteklenmesi kararlaştırıldı.
Avrupa Birliği, bu süreçle uluslararası paylaşımda, Balkanları da kendi denetimi altına aldı.
Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri değerlendirilirken, Barselona Süreci ve Balkan Paktı da gözönünde tutulmalıdır.
Avrupa Birliği, Türkiye ile ilişkilerinde yükümlülüklerini her zaman yerine getirdi mi? İlkeli davrandı mı? Hayır.
Türkiye ile AET arasında 23 Kasım 1970 tarihinde imzalanan ve 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol’un 36. maddesine göre, Türk işçilerinin AET ülkelerinde serbestçe dolaşma ve çalışma hakkı, Ankara Anlaşmasının yürürlüğe girişinden sonraki 12. yıl ile 22. yıl arasında kademeli olarak gerçekleşecekti. Kademeli geçişte son tarih, 1 Aralık 1986 idi. Ancak AET bu konudaki yükümlülüklerini yerine getirmedi, Türk işçilerine serbest dolaşım hakkını tanımadı.
AET, ortaklık ilişkisi sürecinde, Türkiye’ye bir miktar yardımda bulunmayı kabullenmişti. Bu konuda üç mali protokolun gerekleri yerine getirildi. Ancak 30 Haziran 1980 tarihli 4. Mali Protokola göre Türkiye’ye 5 yıllık dönem içinde 600 milyon ECU tutarında bir mali yardım yapılması öngörülüyordu. Bu yardım bugüne kadar yapılmadı.
Avrupa Birliği, uluslararası antlaşmaları çiğneyerek Türkiye’yi bölmeye yönelik bir politika izlerken, insan hakları kavramını işine geldiği gibi kullandı ve kullanıyor. Buna karşılık, Yunanistan’da Lozan Antlaşması ile özel haklar tanınmış olan Türklerin hakları sürekli olarak ihlal edildiğinde ve Makedonların varlığı reddedildiğinde, Avrupa Birliği hiçbir tepki göstermemektedir.
Demokrasiden söz eden Avrupa Birliği’nin bazı ülkeleri, bölücü ve irticacı güçleri korumakta ve beslemekte, onlara yer, para, eğitimci, silah ve mühimmat temin etmekte; Yunanistan Ege Adalarını silahlandırmaktadır. Avrupa Birliği, bu insan hakları ve uluslararası hukuk ihlalleri karşısında susmaktadır.
Avrupa Topluluğu 1975 yılında Yunanistan’la üyelik görüşmelerine başladığında ve Yunanistan 1981 yılında Avrupa Birliği’ne katıldığında yapılan açıklamalarda, Yunanistan’ın üyeliğinin Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkilerini etkilemeyeceği belirtilmişti. Bu söz tutulmadı; unutturuldu.
Avrupa Birliği ve Avrupa Birliği’ne üye bazı ülkeler Türkiye’de taraftar toplamak amacıyla çeşitli projeler aracılığıyla para dağıtmaktadır. Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler veya Uluslararası Çalışma Örgütü gibi uluslararası bir örgüt değil, Amerika Birleşik Devletleri benzeri bir ulusötesi devlettir. ABD hükümetinden para almak neyse, Avrupa Komisyonu’ndan para almak da odur. Ayrıca, yürürlükteki mevzuatımız, bir yabancı ülkenin devletinden para almayı yasaklamıştır. Türkiye’de kimlerin Avrupa Komisyonu’ndan para aldığı ve Türkiye’nin bütünlüğü ve bağımsızlığı konusunda nasıl bir çizgi izlediği dikkatle incelenmelidir.
Gümrük Birliği Kime Yaradı?
Türkiye ile Avrupa Birliği arasında 31.12.1995 tarihinde başlayan gümrük birliği, Avrupa Birliği’nin Akdeniz’de kendi hakimiyetini kurma çabası olan Barselona Süreci ile aynı günlerde gerçekleşti. Türkiye, tam üye olmadan Avrupa Birliği ile gümrük birliğine giren ilk ülke oldu. Gümrük birliği, Türkiye’nin ekonomik sorunlarını daha da artırdı. Durumu önceden gören ve gümrük birliğinin tam üyelik için bir adım olmadığını bilen bazı kişi ve kuruluşlar, bu konuda kamuoyunu zamanında uyardıysa da, ülkemiz ve halkımız açısından zararlı bu adım engellenemedi.
1995 yılında, başta Prof.Dr.Erol Manisalı olmak üzere, bir grup öğretim üyesi gümrük birliğinin vereceği zararları açıklayan bir bildiri yayınladılar. Bildirinin bir bölümünde şöyle deniliyordu :
“Biz, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye statüsü ile ve diğer üyelerin sahip olduğu siyasal ve ekonomik haklarla eşit olarak katılmasını destekliyoruz. AB, Türkiye’yi tam üye yapmıyorsa, tam üye yapılıncaya kadar, tek yanlı bağımlılığa yol açan bir anlaşma ile değil, dengeli ve karşılıklı çıkarları gözönünde tutan bir statüde, Türkiye’nin AB ile ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirmesi gerekliliğine inanmaktayız…
”Bu gerçekler gözönüne alındığında Türkiye – AB ilişkilerini şu şekilde ortaya koymak gerekir: Türkiye için AB çok önemli bir bölgedir ve ülkemiz uygar dünyada yer alırken, AB ile yakınlaşmak ve ilişkilerini geliştirmek zorundadır. Türkiye’nin AB’ne tam üye olması Türkiye’nin yararınadır. Ancak, 6 Mart anlaşması,…,Türkiye’yi tek yanlı olarak AB yönetimi altına sokmaktadır. Türkiye tam üye yapılmıyorsa, siyasi bağımlılığa yol açmadan, AB ile ticari ve ekonomik ilişkilerini geliştirmelidir. İsviçre ve Norveç bunun örnekleridir. Aksi halde yarın Türkiye – AB ilişkileri büyük ölçüde sorunlarla karşılaşır ve Türkiye’deki radikal eğilimlerin güçlenmesine ortam hazırlanır.”
Aynı günlerde, başta Prof.Dr.Alpaslan Işıklı olmak üzere, aralarında bu kitapçığın yazarının ve sendikalarda çalışan bazı uzmanların da bulunduğu bir grup aydın, gümrük birliğinin ülkemiz açısından yaratacağı sakıncaları, gümrük birliğinin gerçekleşmesi öncesinde yayınladıkları bir bildiriyle kamuoyunun dikkatine getirdiler. Bu bildirinin bazı bölümleri şöyleydi :
“Avrupa Birliği’ne üye devletler, eşitlik ilkeleri çerçevesinde birleşme yoluna gitmişler; bu amaçla, kendi egemenlik haklarının giderek genişleyen bir bölümünü, Avrupa düzeyinde oluşturdukları ve her birinin eşit haklarla içinde temsil edildikleri uluslarüstü iktidar merkezlerine devretme sürecini başlatmışlardır.
“Avrupa Birliği’ne girmemizde yarar görülse bile, bilinmelidir ki Gümrük Birliği’ne girmemizin Avrupa Birliği’ne girmekle bir ilgisi yoktur ve esasen Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almak, Avrupalı ülkelerinde gündeminde de yer almamaktadır.
“Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, oluşumuna katılmadığı ve içinde yeralmadığı Avrupa Birliği’nin uluslarüstü organlarının kararlarına tabi bir konuma sokulacaktır.
“Türkiye, Gümrük Birliği anlaşmasıyla, Avrupa Birliği’nin dış ticaret politikasına uyma yükümlülüğü altına girmektedir…
“Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle; Avrupa Birliği’nin istediği devletlere ticari ambargo koymak, istediği devletlere ayrıcalıklar tanımak doğrultusuda alınan kararlarına aynen uymak yükümlülüğü altına girecektir. Bu kararların oluşumu ve alınması sürecinde herhangi bir etkimiz ve katkımız olmayacağından, ulusal çıkarlarımızla ve dış politikamızın temel ilkeleriyle çelişen kararlara da boyun eğmek durumunda kalmamız kaçınılmazdır…
“Gümrük Birliği Anlaşması, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin hakimlerinden kurulu olan ve bizim katılımımıza hiç bir anlamda açık bulunmayan Avrupa Birliğinin Adalet Divanı’nın kararlarına TBMM’nin üzerinde bir yer tanımakta ve bu kararlara kesinlikle uymamız zorunluluğunu öngörmektedir.
“Bütün bunlar açıkça göstermektedir ki, Gümrük Birliği’ne girmekle, egemenlik hakkımızın devri doğrultusunda oluşturulmuş bir dizi halkanın boynumuza geçirilmesini peşinen kabul etmiş olacağız…
“Gümrük Birliği’ne girmeyi Avrupalılaşmak yolunda atılmış olan adımların amacına ulaşması gibi göstermeye çalışanlar; büyük ve korkunç bir yalanı sürdürmektedirler. Tarih, Avrupa’nın boyunduruğu altına girmenin Avrupalılaşmak olmadığını gösteren sayısız acı örneklerle doludur.
“İnsan haklarına, ekonomik ve sosyal refaha yönelik en büyük tehlike; uluslararası sermayenin doymak bilmeyen iştahını tatmin emellerinden kaynaklanır. Bu tehlikeye karşı asıl güvence, halk iradesini en geniş en gerçek anlamda egemen kılacak kapsamda ve nitelikte bir demokrasinin gerçeklik kazanmasıdır. Oysa, Gümrük Birliği ülkemizde demokratik iktidar yerine Avrupa Birliği’nin organlarının iktidarını egemen kılmayı amaçlamaktadır. Demokrasiye, insan haklarına ve ekonomik ve sosyal refaha ilişkin sorunlara bu yolla çözüm bulunabileceğini ummak; bindiği dalı keserek ayakta kalmaya çalışmaktan farksızdır.
“Ülkemizin onurlu ve yurtsever insanlarının tümünü, bu gidişe dur demek için bütün olanaklarıyla çaba göstermeye çağırıyoruz.”
Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Başkanı Alman Parlamenter Cladia Roth, 1995 yılı sonlarında, gümrük birliği konusunda şu değerlendirmeyi yapmıştı : “AB içinde hiç kimse, gümrük birliğini tam üyelik için bir araç olarak görmedi. Kimse gümrük birliğini böyle gördüğünü söylemedi. Siz öyle algıladınız. Ya da böyle pazarlandı Türk kamuoyuna.”
Fransa’nın Ankara eski büyükelçisi Eric Routeau, gümrük birliği ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapıyordu :
“Türkiye, büyük tavizler verdiği çok haksız bir anlaşmaya imza attı. Tansu Çiller oy kaybeden partisine ‘çeyiz’ getirmek kaygısıyla, pazarlık etmeye cesaret edemedi. Bu anlaşma yeniden düzenlenmezse, Türkiye’nin ekonomisi açısından bir felaket olur. Avrupa pazar istiyordu, istediğini fazlasıyla elde etti.”
Alman Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel’in Fransız Dışişleri Bakanı Herve de Charrette’e “Türkiye bizim Cezayirimizdir” dediği belirtilmektedir
Gümrük birliğine giriş konusunda en sert eleştirilerden birini getiren kişi, Genelkurmay İstihbarat eski Başkanı ve emekli korgeneral Suat İlhan’dır . Suat İlhan şunları söylemektedir:
“Türkiye’yi Gümrük Birliğine sokanlar da, AB üye adaylığını TBMM’nin onayını almadan kabul edenler de yetkilerini aşmışlar, Anayasayı ihlal etmişlerdir. Büyük tarihi sorumluluk üstlenmişler ve suç i
Kaynak: www.englishpage.blogcu.com