İmparatorluk Dilleri nelerdir?

Milletlerin dilleri üzerinde söz sahibi olacakların; dili, milletten ve millî mâzîden ayrı varlık gibi görmeleri büyük gaflettir.
Böyle kimselerin, millî dillerini herşeyden çok sevmeleri ve sevmekten de üstün bir duyuş ve düşünüşle o dili anlamaları beklenir.
Meselâ Türkçe’yi sevmek ve anlamak için, önce Türk milletini sevmek; milletimizin bir târih boyunca emek vererek meydana getirdiği her millî eseri sevmek ve anlamak lâzımdır.
Bunun için, milletimizin târihte ve coğrafyada kurduğu medeniyetlerin karakterini bilmek ve Türk Dili’nin, Türk medenî karakterine aykırı olduğunu veya olabileceğini sanabilecek kadar büyük ilim hatâlarına düşmemek îcâbeder.
Ancak böyle bir görüş zâviyesinden [açısından] bakabilmek şartiyledir ki mukayeseli diller târihi metoduyle çalışılarak, Türkçe’nin, önce Asya dilleri; sonra, dünya dilleri arasındaki yeri, değeri ve millî karakteri, güneşte ışıldamış gibi parlak ve doğru görünür.
Çünkü târih ve kader, yalnız milletlere karakter vermekle kalmaz; millî dillere de karakter verir. Her milletin târihte ve coğrafyada görülen millî tekevvünü [varlığı] yanında, o milletin konuştuğu dilin de târih içinde kazanılmış bir şahsiyeti, bir dil mîmârîsi ve tamamiyle millî bir tekevvünü vardır.
Türk dilinin şu son otuz yıl içindeki eşsiz tâlihsizliği, bütün bu bilgi ve düşüncelerden uzak kimselerin elinde kalmasındandır.
Mevzû, tamamıyle bir ilim, bir sanat, hattâ bir aşk mevzûu iken, dilin bir politika ve bir sapık ideoloji mevzûu yapılması ve daha fenâsı, yabancı hattâ düşman politikaların emellerine âlet olabilecek bir kimsesizliğe düşürülmesi, büyük tâlihsizlik olmuştur.
Yıllardan beri, Türkiye’de, dil mevzûunda, âdetâ bir millî müdâfaa cephesi açılması da Türkçe’nin, hakîkî evlatları elinde bu kimsesizlikten kurtarılması gayretiyledir.
*
Diller, fonetik gelişmelerine, morfolojik teşekküllerine; doğuşlarına, yayılışlarına, basit veya sentetik diller oluşlarına ve daha başka dil kanunlarına göre, türlü araştırmalara mevzû olmuştur.
Fakat dillerin, bir de milletlerin târihine, tarihî kaderine ve yaşadıkları mâcerâlara göre, bizzat târih eliyle yapılmış bir sınıflanışı vardır.
Buna göre, bâzı diller, kültür ve edebiyat dili olarak başka dillere boyun eğmiş, hattâ zamanla başka dil olmuş lisanlardır. Bunların bir kısmı da başka dillerden faydalanmaya bile güçleri yetmeyen, küçük millet, kavim ve kabîle dilleridir. Böyle diller, umûmiyetle bir vatanda, hattâ küçük bir vatanda işlenirler.
Bir kısım diller de vardır ki yalnız bir vatanda değil, bir çok vatanlarda devlet kurmuş, hâkimiyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir.
Bu diller, pek tabîî olarak, medeniyet ve hâkimiyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zengin, büyük dillerdir.
Bir başka söyleyişle, bunlar, alelâde devlet dilleri değil, imparatorluk dilleridir.
İmparatorluk dilleri, milletlerin hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır, mahsul toplar gibi, kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lâzım olduğu kadar veya canları istediği kadar alabilirler.
Bir taraftan kendi kültür, sanat ve iktidarlarını bu ülkelere yayar; dünyanın dört bucağında kendi hükümlerinin geçtiğini görüp kendi dillerinin konuşulduğunu duymanın; kendi bayraklarının dalgalandığını görmenin hazzını, gururunu tadarlar.
Öte yandan, aynı ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre millîleştirerek kendi kelimeleri yaparlar.
Biz, bunlara, öteden beri, fethedilmiş ülkeler gibi, fethedilmiş kelimeler diyoruz.
Ancak, yeryüzünde ve cihan târihinde imparatorluk dili olmamış, olamamış diller çok, fakat, imparatorluk dilleri azdır. Çünkü dünya tarihinde hem askerî ve idarî imparatorluk, hem de dil ve kültür imparatorluğu kurabilmiş milletler azdır.
Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bâzı mühim farklarla uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki Lâtince, Arapça, İngilizce ve Türkçe’dir.
Bu dillerin hiçbiri ö z d i l değildir.
Esâsen yeryüzünde hiçbir kültür ve medeniyet dili, hiçbir zaman ö z d i l olmak taassubuna ve basitliğine iltifat etmemiştir.
Meselâ yakın asırlara kadar, Lâtince’yi özdil sananlar vardı. Fakat dil, târih ve edebiyat târihi araştırmaları meydana koydu ki Lâtince özdil değildir. Bu lisânın kelimelerinin yüzde ellisi Yunanca’dan alınmıştır. Geri kalan kelimelerin de mühim bir kısmı, değişik ölçülerde, Lâtince’ye başka dillerden girmiştir.
Fakat her büyük dil gibi, Lâtince’nin de sesi ve mîmârîsi millîdir. Bu kadîm [eski] dilin o kadar sağlam ve yeni kelimelere kaynak olabilme kudretinde bir yapısı vardır ki bugün hâlâ Avrupa dilleri, istisnasız olarak, başta tıb, eczacılık, biyoloji, astroloji, fizik, kimya ilimleri olmak üzere, birçok ilimlerin ve birçok îcadların en yeni, modern terimlerini ve adlarını Lâtince köklerden yapmaktadırlar.
Bu, Türkiye’de bile böyledir.
Eczâhâneleri vitrin vitrin dolduran hazır ilâçların adlarına bakınız. Bunların Türkiye’de yapılanlarının bile adlarını Lâtince köklerden ve eklerden aldığını göreceksiniz. Bu ilâçların prospectus’lerini okumak mecburiyetinde kaldığınız zaman ise eğer, Fransızca-Lâtince tıb dilini bilmiyorsanız, hiçbir şey anlayamayacaksınız.
Lâtince, bir zamanlar, yeni Lâtin dilleri denilen, Fransızca’ya, İspanyolca’ya, İtalyanca’ya, Romence ve Portekizce’ye kaynak olmuş lisandır, fakat özdil değildir.
Lâtince’nin özdil olmadığı anlaşılınca bütün gözler Yunanca’ya çevrilmiş ve ilk anlarda öyle sanılmıştır ki dünyanın ilk büyük destan edebiyatını, şiirini, trajedisini, felsefesini ve mitolojisini meydana getiren Yunanca, özdildir. Fakat bu ihtimalde boşa çıkmıştır ve hemen anlaşılmıştır ki Yunanca’nın en az yarıdan fazla kelimesi başka dillerden alınmadır. Bunlar, Makedonya, Anadolu, Suriye ve muhtelif Mezopotamya dilleridir.
Yunanlıların Apollon gibi, Aphrodite gibi tanrı ve tanrıçalarının isimleri bile Anadolu ve Mezopotamya dillerinden alınmıştır.
*
İkinci imparatorluk dili Arapça’dır. Arapça, kelime sayısı bakımından, en zengin dillerden biri, belki de birincisidir. Fakat bu dilde başka dillerden alınma kelimelerin sayısı büyük bir yekûn tutar. Arapça, başta İbrânî olmak üzere, Yunanca’dan, Lâtince’den, Sanskritçe ve Farsça’dan ve daha birçok dillerden kelime almış, büyük dildir. Araplar, başka dillerden Arapçalaşmış kelimelere mu’arreb derler, fakat bu kelimelere, hangi dilden gelirse gelsin, kendi dillerinin damgasını vurmakta büyük ustalık gösterirler.
Arapça’da, Arap coğrafyasından doğma bir âhenk sistemi olan arûz veznindeki tef’ilelerin de esâsını teşkil eden fe, ayın, lâm harflerinin diğer harflerle ve kısa uzun seslerle birleşmelerinden meydana gelmiş bâbları; birtakım ses ve kelime kalıpları, hattâ bir nevî mânâ kalıpları vardır. Yabancı kelimeler bu seslere ve bu kalıplara dökülünce; döküldüğü kabın şeklini alan su gibi, Arap dilinin âhengine ve şekillerine bürünürler; bu kalıplara göre mânâlar alır ve Arapça olurlar.
Arapça’nın, Yunanca’dan alınma philosophia ve philosophos kelimelerinden felsefe ve feylesof gibi, tefelsüf ve felâsefe gibi; yine Yunanca sophia kelimesinden, sûfî, tasavvuf, mutasavvıf gibi kelimeler yapması böyledir. Fârisî’den alınan endâze kelimesinin Arap dili bünyesinde hendese âhengine girmesi ve bundan meselâ hendesî, mühendis gibi, Türkçe’ye de girmiş kelimeler doğması, böyle bir hâdisedir.
Arapça’nın, daha Milâdın VII. asrında Kur’an lisânı gibi muhteşem bir ifâde kudretine ve yüksek müzikaliteye sahip, ilâhî bir dil olması; başka dillerden alabildiğine faydalanmış, fakat aldığı her kelimeyi, ebekuşağı altından geçirmişçesine, Arapça’nın gramerine ve fonetiğine adapte ederek Arapçalaştırmış olmasının tabîî zaferlerindendir.
İslâm medeniyeti, bu dili geliştiren ve medeniyetin gelişmesinde dilinin zenginliğinden ve güzelliğinden şiddetle istifâde eden bir millet tarafından kurulmuştur. Aynı millet, kısa zamanda büyük bir imparatorluk vücûda getirilişini, birçok da, dilinin daha ilk anda bir imparatorluk lisânı olmaya şiddetle elverişli fonetik ve morfolojik imkânlarına borçludur.
*
Üçüncü imparatorluk dili İngilizce’dir. İngilizce, daha modern bir lisan olarak, imparatorluk dili olmanın bütün hazzını ve gururunu yudum yudum tadabilmiş lisandır. İngilizlerin: “Bahtiyardır o İngilizce ki onda her dilden kelime vardır” deyişlerindeki müstesnâ ilerilik, bu şuurlu imparatorluk dili anlayışının bir ifâdesidir. Bu, o demektir ki: İngiliz dili, şu son asırlarda, dünyanın beş kıtası üzerinde lisânî bir hâkimiyet kurmuştur; bu dili meydana getiren millet, o beş kıt’aya söz geçirmiş, bu arada kıt’aların beşinden de kelime derleyerek, insanlık târihine dünyanın en zengin, en renkli ve en medenî dillerinden birini kazandırmıştır.
Daha birkaç yıl evvel, Uzak Doğu, Kore ve Japon dillerinden İngilizce’ye yeniden binlerce kelime alınması ve bu kelimelere, İngiliz tâbiiyyetine kabullerinin nüfus kâğıdı verilmesi, aynı ileri anlayışın yepyeni bir tecellîsidir.
İngilizce de, tıpkı Arapça gibi, başka dillerden aldığı kelimeleri, hususî bir söyleyişle, yani bu kelimelere İngilizce’nin sesini vererek millîleştirir.
Bu dilde, bugün, hâlâ yüzde yetmişbeş nisbetinde Lâtince ve Fransızca kelime vardır. Fakat bu kelimelerde öyle bir ses değişikliği yapılmış ve kelimeler öylesine İngilizce olmuştur ki, bunlar, bir milletin kelimelere millî bir mûsıkî verişindeki sihirli coğrafya tesirini ve kavmî dehâyı gösterir. Meselâ, aslı Lâtince olan cultûra kelimesinin Fransızcası kültür fakat İngilizcesi kalçır’dır. Kalçır, İngilizcedir. Tıpkı bunun gibi, final kelimesi Fransızca, fakat aynı şekilde yazılan ve aynı mânâda kullanılan faynıl, İngilizcedir.
Ve İngilizce’de böyle 90 000 kelime vardır.
*
Görülüyor ki dillerin kelimeleri değil fakat sesleri millîdir, her dilin kendi iç ve dış mûsıkîsi millîdir.
Türkiye’de bir türlü dikkat edilemeyen, büyük dil hakîkati budur. Hiçbir medeniyet dilinin bütün kelimeleri millî olamaz, fakat sesi mutlaka millî olur.
Bir de mîmârîsi millî olur.
Yani, kelimelerin yanyana gelmesinden doğan söz istifi, bu yanyana gelişlerin doğurduğu ifâde âbidesi millîdir. Kısaca, cümle yapısı millîdir. Meselâ Türkçe’de fâil + mef’uller + fiil [özne + tümleçler + yüklem] sıralanışındaki büyük mantık millîdir.
Devrik cümle millî değildir.
O kadar ki, Türk ancak telaşlandığı, dili dolaştığı, acele konuşmak zorunda kaldığı, kısaca şaşırdığı zaman devrik cümleyle söyler.
Zamânımızdaki devrik cümle bolluğu da böyle bir şaşkınlığın ifâdesidir.
*
Şimdi, diğer bir imparatorluk dili olan Türkçe’ye geliyorum.
Türk diline içeriden ve dışarıdan musallat olanların, gafletle veya kasıtla, görmek istemedikleri bir hakîkat de budur ki, Türkçe, daha Orta Asya’daki kuruluş asırlarında bile, özdil değil, bir imparatorluk dili’ydi.
Bir dilin doğuşunda, karakterinde, an’anesinde ve dehâsında, başka dillerden derlenmiş kelimeleri millîleştirme hayâtı ve kudreti varsa, artık o dili özdil yapmaya kalkmak, dili kendi tabîatinden ve dehâsından uzaklaştırmaktır ki bunu ancak cehâletin ve dalâletin elleri yapar.
Türk milleti, Asya kıt’asında, başka milletleri, bir devlet ve iktidar olarak, idare vazîfesini almıştı. Bu vazîfeyi şiddetle benimsemiş ve bütün ömrünce yapmıştı.
Türk dilini anlamak için, yalnız bu noktaya dikkat etmek kâfîdir.
Çünkü eski Türkler, bütün eski Türk kaynaklarında ısrarla belirtildiği gibi, yeryüzüne böyle bir vazîfe ile geldiklerine inanıyor ve bu vazîfeyi, kendilerine Tanrı’nın bir emri bilerek yapıyorlardı. Bir misal olarak, Dîvânü Lügaati’t-Türk müellifi ve büyük dil âlimi Kâşgarlı Mahmud, bu mühim eserinde bu noktaya uğurlu parmak koyar; bu târihî hakîkati belirtmeye lüzum görerek der ki:
“Gördüm ki yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş. Onlara T ü r k a d ı n ı kendisi vermiş; onları y e r y ü z ü n ü n h a k a n ı kılmış ve cihan halkının d i z g i n l e r i n i onların ellerine bırakmış.”
İşte Türkçe’yi anlayış, Türk târihine olduğu kadar, Türk diline de böyle cümlelerin ışığı altında bakabilmekle mümkündür. Türkçe’nin, dar, mahdud ve küçük millet dili olduğunu sanmak ve sandırmak değil, büyük millet dili olduğunu, böylece bilmek ve anlamak lâzımdır.
Kendilerini nizâm-ı âlem [dünyaya düzen verme] için yaratılmış bilen Türkler, Asya topraklarında, asırlarca tetik üzerinde beklemişlerdir. Geniş Asya coğrafyasında büyük ve insânî Türk iktidarına başkaldıracak bir hareket nerede ve ne kadar uzakta olursa olsun, bu hareketi, bugünkü gibi, uçaklarla veya diğer motorlu vâsıtalarla değil, atlarla yetişerek bastırmışlardır.
Atlarını besleyecek otlaklar bulabilmek için de yazları başka, kışları başka yerde geçirmişlerdir. At’ın Türk vicdânında, candan bir arkadaş, bir kardeş, hattâ “kardeşten de ileri” sayılması ve mukaddes sembol olması da bundandır. Ömürlerini nizâm-ı âleme vakfeden Türkler, bu atlarla vardıkları her ülkede, beğendikleri her kelimeyi Türkçe yapmış, fakat kendileri saraylar, ulu mâbedler, kütüphâneler, mekteplerle süslü, büyük şehirler kurup, buralarda engin ilim yapmaya, felsefe yapmaya, hattâ büyük bir edebiyat yapmaya vakit bulamamışlardır. Yine bunun içindir ki eski Türklerin en büyük edebiyâtı, asırlarca, şifahî [sözlü] bir destan edebiyatıdır.
Aynı mâcerâ, daha ilk asırlardan başlayarak, Türkçe’ye bir imparatorluk dili olma kaderi ve karakteri vermiştir.
*
Eski Türkçe’ye diğer çok doğru bir bakış da Ali Şîr Nevâî’nin bakışıdır. Nevâî, Türkçe’nin, bir fiiler ve mecâzlar lisânı olduğunu anlatır. Bir târih boyunca at üstünde yaşayarak, engin Asya bozkırlarını Gel! Git! Vur! Kır! Çık! İn! Koş! Dur! v.b. gibi tek heceli sadâlarla dolduran Türkler, devamlı bir fiil ve hareket hâlinde oldukları için, dillerinin hemen bütün fiilerini kendileri oluşturmuşlardır. Mâden adları gibi, zirâat işleri gibi, kahramanlık ve binicilik sâhaları gibi, kendi hayatlarının ve sanatlarının çok sayıda kelimelerini de yine kendileri bulmuş, fakat diğer hayat, eşyâ, îman ve tefekkür kelime ve kavramlarının mühim bir kısmını, kendilerine lâzım olduğu ölçüde, başka dillerden almışlardır.
Meselâ, en eski Türkçe’ye töre kelimesi, İbrânî’den, ev kelimesi Ârâmî dillerinden; bugün öztürkçe(!) zannedilen ve azîz Türkiye topraklarını Akşehir, Alaşehir, Yenişehir, Eskişehir, Beyşehir ve benzerleri gibi târihle ve şerefle dolduran illerimizdeki şehir kelimesi yerine kullanılmak istenen kend, kand kelimeleri, Soğd-Sanskrit dillerinden; acun kelimesi Soğdca’dan, Oğuz Kağan destanında rastladığımız sıra kelimesi Yunanca’dan, semâ mânâsındaki kök: gök kelimesi, hattâ kahraman mânâsındaki alp kelimesi Moğolca’dan girmiştir. Yine eski Türklerin, inanışa âit, çok sayıdaki dînî kelimeleri de Hind ve Çin gibi, dînin felsefesini yapan cenup [güney] ülkeleri dillerinden alınmıştır. Yine Oğuz Kağan destanında rastladığımız dost kelimesi, Türk diline Fârisî’den girmiştir. Eski Türkçe’de böyle kelimelerin sayısı çoktur. Bu çokluk, Türklüğün dünya tarihindeki gerçek yerini ve hizmetini tanıyanlar için, ayrı bir iftihar mevzûudur.
Bizim dilimize musallat olanların büyük gafleti, meselâ Sanskritçe-Türkçe, Çince-Türkçe, hattâ Moğolca-Türkçe sözlükler vücûda getirmeden ve böyle lügatlere aldırış etmeden, kısaca, eski Türkçe’nin, içinde yükseldiği, ortak Asya medeniyetleri dillerini kaale almadan, Türkçe üzerinde söz söylemeğe, hattâ ameliyat yapmağa kalkmalarıdır.
Türkçe’nin alaylı âlimleri, bu mevzûlarda o kadar gafil veya maksatlıdırlar ki, Türkçe’ye, daha çok Moğol istilâsından sonra ve târihte ilk defa zorla sokulmuş, birtakım geri kelime ve ekleri de Türkçe sanmış ve bunları Türkiye Türkçesinde diriltmeğe kalkmışlardır. Bugün devlet teşkilâtında kullanılan sayıştay, danıştay, yargıtay gibi kelimelerdeki ekler, böyle ekler ve böyle yanlışlardır. Bu kelimeler Türkçe değildir. Yine alaylı âlimlerce uydurulan görev, ödev, saylâv, söylev gibi kelimelerdeki ekler de böyledir. Bu kelimeler de Türkçe değildir.
Zamânımızda Türk dili, işte bu şaşkınlıkların perîşanlığı içindedir. Çünkü târihte büyük medeniyet kurmuş milletlerin Türkçe’de tamâmıyle millîleşmiş kelimelerini atıp, yine târihte Türk milletine en büyük fenâlığı yapan Moğollar gibi barbar bir kavmin kelimelerini, bu millete, Türkçe’dir diye kabul ettirmeğe kalkmak, daha başka kelimelerle de vasıflandırılabilirse de, şimdilik en hafif vasıf, bu şaşkınlıktır.
*
Hakîkat şudur ki Türk milleti gibi, asırlarca hattâ çağlarca dünya sathında konuşmuş büyük ve fâtih bir milletin dili özdil olamaz, imparatorluk dili olur.
Bir dilin imparatorluk dili olması ve yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda işlenip güzelleşmesi, o dile, bu engin vatan topraklarından yükselen, zengin ve üstün sesler kazandırır. O milletin dil mûsıkîsi de âlemşümûl bir mûsıkî üstünlüğüne yükselir. Türk dili üzerinde yürekten konuşabilmek için, önce bu mûsıkîyi, yani bu vatanın seslerini duyabilmek ve anlayabilmek lâzımdır.
Bu bakımdan Yahyâ Kemâl’in:
Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden,
Ve ondan anlamayan, birşey anlamaz bizden.
söyleyişi, Türk mûsıkîsi kadar Türk dili için de doğrudur. Bu büyük şiirin devâmındaki,
Açar bir altın anahtarla rûh ufuklarını,
Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını,
……………
Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan,
Sihirli rüzgâr eser dâimâ bu topraktan
mısrâları, tereddütsüz, Türk dili için de söylenmiş gibidir.
Çünkü Türkiye Türkçesi’nin, aslında, dünyanın en güzel sesli dillerinden biri olması üzerinde, dokuzyüz yıllık bir zamandan beri, en büyük coğrâfî tesir hiç şüphesiz, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi’nin tesirleridir. Fakat Türkçe, tıpkı Türk milleti gibi, târihin bu dokuz asrında ve dünyanın üç kıt’ası üzerinde yeni bir dil imparatorluğu kurmuştur.
Hâdise şöyle olmuştur:
Türk dili, bugünkü Türkiye topraklarına, eski Asya ülkelerimizin hür ufuklarla çevrili bozkırlarından kopan gür ve erkek sesli bir mûsıkîyle gelmiştir. Bu sebepledir ki Türkiye Türkçesi’nde eski bozkır sesleri, ve İdil ırmağının akışından yükselen sesler vardır.
Fakat Türkiye Türkçesi’nde bu kadîm sesler yanında, Nil nehrinin taşkınlığı da seslenir; Dicle’nin, Fırat’ın, Tuna’nın, Meriç’in ve Anadolu ırmaklarının akışları da…
Türkiye Türkçesi’nde Karadeniz kıyılarının, poyraz rüzgârı kadar canlı, çevik ve çabuk sesleri de vardır; Adalardenizi sâhillerinin lodos rüzgârı, zeybek mûsıkîsi ve efe raksı gibi heybetli, ağır ve atmosfer dolduran sadâları da…
Aynı dil, Tanrıdağı rüzgârlarının uğuldayan seslerinden ne kadar hâtıra saklıyorsa, Macaristan ovalarında, dünyaya Türk gücünü tanıtmak için ilerleyen:
Sultan Süleyman ordusunun hür davulları
ndan da o kadar heybet ve hâtırayla yüklüdür.
Arabistan çöllerinin uzun, İran yaylalarının uzatılan sesleri; İtalyan sularında, korsanlar kadar, dalgalarla da çarpışan Levendlerin bu zafer ve mâcerâ ufuklarından getirdikleri gür sesler, Türkiye Türkçesi’nde ve onun bütün yaşayan kelimelerinde bir mûsıkî saltanatı hâlinde mevcuddur.
Yine bu bakımdan; Yahyâ Kemâl’in:
Tâ Budin’den Irâk’a, Mısr’a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hürr esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca’yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkımiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinat akmış.
sözleri, târif ettiği, Itrî’nin mûsıkîsi kadar, büyük Türk dili için de doğrudur.
Böyle bir dilin kelimelerini hor görmek, hakîr görmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir görmek, en az, onların oluş ve yontuluş târihini bilmemekten, hattâ sevmemekten doğan büyük gaflettir.
Çünkü, milletlerin olduğu gibi, kelimelerin de târihi vardır.
Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle duymuş, onlarla düşünmüş; birbirlerini ve evlâtlarını o kelimelerle sevmiş ve bu kelimeleri tamâmıyle millî bir sanatla işleyip Türk yapmışsa, evlâtlar, artık o kelimelere düşman kesilemezler.
Unutmamak lâzımdır ki Türk dili, Kendi Gök Kubbemiz kitabını meydana getiren muhteşem şiirlerin söylendiği lisandır. Bir dil, Açık Deniz gibi, Süleymâniye’de Bayram Sabâhı gibi, Bir Tepeden, Itrî, Vuslat ve Erenköyü’nde Bahar gibi şiirler söyleyebiliyorsa, bu dil, hattâ dünya ölçüsünde büyük lisan demektir.
Kendi Gök Kubbemiz, bir semboldür. Türkçe, ona benzer ve onun ayarında İstiklâl Marşı, Çanakkale Şehidleri, Bülbül ve benzerleri gibi, Ahmed Hâşim’in Piyâle’sinde mûsıkîleşen şiirler gibi, Orhan Seyfi’nin Peri Kızıyla Çoban Hikâyesi gibi, Fâruk Nâfiz’in Han Duvarları gibi, daha nice şiirler söylemiştir. Bir milleti, ebediyyen ayakta tutabilecek kudretteki bu müstesnâ şiirler, biliyoruz, milletimizi çürütmek isteyenlerin kâbusudur.
Biz o inançtayız ki dünya ölçüsünde bir şiir lisânı olan Fransızca’nın en gür sesli şâiri Victor Hugo, o tannân ve raksân [güzel sesle çınlayan ve danseden] Fransızcasıyle söylemek isteseydi, Süleymâniye’de Bayram Sabâhı şiirini, belki de söyleyemezdi. Bugün Türkiye’de yeni Türk nesillerine ebediyyen unutturulmak istenen dil, işte bu dildir. Bu dil,
Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye’de.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi,
Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan
mısrâlarıyle başlayarak, bizim Anadolu’daki en büyük millî tekevvünümüzü [var oluşumuzu] dile getiren şiirdir. Bu şiir,
Ordu – milletlerin en çok döğüşen, en sarpı,
Adamış sevdiği Allâhına böyle bir yapı.
En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin
seviyesine yükseldikten sonra, bize millî romantizmimizi, el ile tutulacak kudretle idrâk ettiren, şu mısrâları sıralayan şiirdir:
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum!
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum!
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi,
Kubben altında bu cumhûra bakarken, şimdi,
Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, îmânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allâhı anarken, bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış, nice bin at yelesi!
*
Bir milletin dili, işte böyle şiirleri söyleyebilecek ulviliğe yükselmişse, bu dili, bir milletin gözü önünde öldürmeğe kalkmak, en hafif tâbiriyle, cinâyetlerin en büyüğüdür!…
Çünkü Türk dili, (tekrâr ediyoruz ki) herhangi küçük ve başkalarına mahkûm bir millet dili değil, târihin daha ilk anlarından başlayarak bir imparatorluk dilidir.
Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz.
Bunun için büyük millet olmak lâzımdır. Büyük milletlerin dili de tabiatiyle, büyük vatanlarda işlenmiş, büyük dil olur.
Yine tekrâr ediyorum:
Türk milleti tarafından fethedilmiş topraklar nasıl Türk vatanı olmuşsa, aynı millet tarafından fethedilmiş kelimeler de öyle Türk kelimesi olmuştur.
O kadar ki… Yıllarca evvel, Asya’daki Türk toprakları yetmiyormuş gibi, bizden Kars’ı ve Ardahan’ı isteyen yabancı emele karşı, bir Türk şâirinin söylediği:
Verilmeyecek şeyler vardır,
Şeref gibi, şan gibi…
Kars gibi, Ardahan gibi…
mısrâlarında yükselen sesler, nasıl, Toprak verilemez! diyorsa, tıpkı bunun gibi:
Asırlarca Türk’ün malı olmuş, Türk sesiyle ve Türk sanatıyla işlenmiş; ev, âile, köy Türkçesine, aşk ve îman Türkçesine girmiş; Türk’ün heyecânına işlenip vicdânına yerleşmiş ve Türk olmuş kelimeler de verilemez!..
Bunlar, bizim zafer ve şeref hâtıralarımızdır.
Bunlar, birtakım aşağılık duyguları içinde çürüyenlerin değil, bizim büyüklük devirlerimizin ve yukarılık duygularımızın zafer âbideleridir.
Bizimdirler ve bizim kalacaklardır.
Nihad Sâmi Banarlı/Türkçenin Sırları
Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir

CEVAP VER
Lütfen yazınızı giriniz.
Lütfen adınızı buraya giriniz.